İnsanlara bir şey anlatmaya çalışmanın buharlı bir cama yazı yazmaya benzediğini söyler Tarık Tufan. Sonrasında da ekler: Özenle anlatıyorsun, yazıyorsun; apaçık belli oluyor anlattıkların. Sonraysa birden silinip gidiyor. Bunun kaçıncı bir araya gelmemiz olduğunu saymayı bıraktım artık. Tıpkı bir dolu hatırayı zihnimde canlandırmayı bıraktığım gibi.
Zorlu bir süreçten ve çaresizlikten bahsediyorum sayın okuyucu. Meramımızı anlatmayıp da ne yapacağız biz? Kafamızı kaşıyarak ya da burnumuzu karıştırarak mı ifade edeceğiz? Kelimeler ne olacak? Hani nimetlerin içerisindeki en büyüğü.* Peki sayfalarını çevirdiğimiz defterin yeten sayfalarının yiten sayfalarından daha az kaldığını fark ettiğimizde? Dünyanın en güzel hatıraları an gelip de insanı beyninden bıçaklamaya başladığında bir kuyunun dibindeki suyun içinde nefes almaya çalışan bir garibana dönüşmesiyle nasıl başa çıkabilir ki insan? Düşünsene sayın okuyucu, yukarı tırmanmaya çalışıyor ama ne yapsın… Kuyunun duvarları düz. Kuyunun duvarları ıslak.**
Ömrümün bir şeylerin anlaşılmasının anlatılmasından daha kıymetli – ve tabii ki önemli – olduğu zamanlarına eriştiğimin farkındayım. Kelimelerin büyüsüne kendimi kaptırıp da dünyanın bambaşka bir yer olabileceğini hayal etmekten kendimi alamazken çarptığım her ‘anlaşılamama duvarı’, insanın gözüyle gönlünün gördüğünün başkalaştığının da bir göstergesi. Tıpkı bir gün batımını fotoğrafladığımda hissettiğim gibi. O altın saatlerde gökyüzünün mavisi ile ufkun kızıllığını ölümsüzleştirmek istediğimde, gözümün gördüğüyle telefonun ekranında gördüğümün bambaşka oluşu gibi.
Ağzımdaki saman tadı giderek bütün duyularıma sirayet etmeye başlıyor sanki. Sadece gördüğüm değil, duyduğum, dokunduğum, düşündüğüm, düşlediğim birbirine uymamaya başlıyor. Zihnimdeki düşünceler İstanbul’da her trafik ışığında bekleyen büyük kalabalıkların birbirine karıştığı o keşmekeşe dönüşüyor.
Eh, manzarası gökyüzü olanın eli kalemden, zihnindeki düşüncesi bol olanın da dili sözden geri kalmazmış ya hani. Zihnimin kalabalıklaştığı, kalabalıklaştıkça da karıştığı her bir randevumuza heybemde sayısız sözcükle geliyor, kısıtlı zamanda sonsuz anlatma ve anlaşılma ihtiyacımı karşılamaya çalışıyorum. Gel gör ki, rot balansı bozulmuş bir aracın şeridinden kayması gibi ben de sözcüklerimi peşi sıra sıralarken amacımdan saptığımda doktorumun ufak şerit ihlali ikazlarıyla toparlanıyorum. Ancak kısa zaman sonra kendimi yine sözcük hakimiyetimi kaybedip yeni bir kazaya davetiye çıkarırken buluyorum.
Bugün yine şeridimi kaybedip gökyüzündeki yıldızlardan, yeryüzündeki dehlizlerden, etrafımızdaki gizlerden, uzaklarımızdaki huzurlardan bahsederken doktorumun tüyleri ürpertici ikazıyla bir an duraksadım:
– ¨Peki korkularınız nedir Mümtaz Bey? Biraz da onlardan bahseder misiniz?¨
Gerçekten merakından mı soruyor yoksa konuyu mu değiştiriyor? Amaaan, neyse ne…. Bu kez uzmanlık alanımdan geldi soru. Buna uzun zamandır çalıştım doktor; nice hikayeler okudum, dahasını ise yaşadım. Butona hemen basıyorum, çok puanlık bu soruyu kimselere kaptırmam:
Günün birinde kendimi aşık olmuş bulmaktan korkuyorum doktor. Ama durun hemen öyle tepki vermeyin; aşka değil benim korkum. Günün birinde ben sabaha karşı yola düşmenin heyecanını, güneye giden yol çizgilerini birbirine birleştirmenin keyfini, uzun zamandır görmediğin bir yakınına kavuşur gibi denizin kokusunu burnuma dolduracak olmanın heyecanını, bir gün batımının sakin huzurunu yaşama planlarıyla yarın’ımı planlarken onun bugün’ünü başkasıyla geçirmesinden korkuyorum. Günün birinde beni değil de beni sevmeyi eskisi gibi sevemediğini hissettiğinde terk etmenin o uçsuz bucaksız suçluluğunu duymamak adına benim gitmemi beklemesinden korkuyorum. An gelip de gözümün üstünde kaşımın oluşunun, tuzluğu oraya koyuşumun, hatta nefes alıp veriyor olmamın dahi en müthiş tartışmaların kıvılcımını yakmasından korkuyorum. Benim aşık olduğumun bana aşık olmadığını söylemek yerine gözlerini kaçırıp sözlerini susturmasından, ayrılığın olası acısının ve korkunçluğunun tarafıma kesilen faturalara dönüşmesinden, aşkın hatırlanmaya layık olmayan hatıraları silecek gücü kalmamasından, ağzımın kuruluğunun başımın ağrısına, öksürüğümün ise hıçkırığıma dönüşmesinden korkuyorum. Ruhum bir ağaç kurdu gibi beni kemirmekten başka bir şey yapmazken savaşmadan fethedeceğim toprakları barışarak kaybetmekten korkuyorum.¨
Bu sefer bildiğim yerden sordunuz soruyu doktor. Bütün zaaflarımı ve korkularımı doğru zaman geldiğinde istifade edilebilmesi için hayatın ve sizin önünüze seriyorum.
Peki ya şimdi? Yine bir dolu şey anlattığımın ama pek de anlaşılmadığımın farkındayım. Olsun. Şarap gibi bir rafta yıllınacak mıyım yoksa küflenecek miyim bilmeden yaşamanın eşsiz heyecanına kendimi bırakıyorum.

* Murat Menteş’ten…
** Yılmaz Erdoğan’dan…
