Bir insanın bize karşı söylemlerinde ortaya koyduğu davranışlarıyla olduğundan daha fazlasını verdiğini iddia ettiği ve üstüne üstlük bir de bizim bunu gönülden yaptığını zannettiğimiz anda onun hakikatte bize hiçbir şey vermemiş – hatta ömrümüzden, zamanımızdan ve enerjimizden de bir tutam alıp götürerek çöp etmiş – olduğunu görmek; bize en yakın olduğunu sandığımız anda bizden, bütün mesafelerin ötesindeymiş kadar uzak olduğunu kabule mecbur olmak acı bir şey. Zamanın bu kadar hızlı akarken anlamlı insan ilişkilerini de önüne katarak bilinmeze sürüklediği günümüzde insanlar birbirini gerçekten tanımanın ve anlamanın ne kadar güç olduğunu çoktan keşfetmiş olacaklar ki, bu zahmetli işe teşebbüs edip başlarını bir çıkmaza sokmaktansa, körler gibi dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar.
İnsanlığın düştüğü en vahim hatalardan birisi üzerinde yaşadığı dünyanın sahip olduğu kaynakların hiç son bulmayacakmış olduğunu sanmaksa bir diğeri de kendi türünü anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannedip de bütün bunları yaparken ne kadar mazhar olduğunu gözden çıkararak davranışlarını sergilemektir. Çünkü dünyanın en basit, en zavallı ve hatta en ahmak insanı bile bir diğerini hayretten hayrete düşürecek ölçüde müthiş bir karmaşıklığa malik bir varlıktır. Düşünsenize, markette gördüğü bir ürünün vasfı hakkında bile söz söylemekten bu kadar çekinebilirken biz, ömrünün geride bıraktığı yıllarında kendini nelerle büyüttüğü hakkında ufacık bile bir fikrimizin olmadığı birisi hakkında ne kadar da kolay bir şekilde hükmümüzü verip kendi hayatımızın doğrularıyla davranmaya çalışarak kendimizi gönül rahatlığıyla ve umarsızca öteye geçmeye mecbur kılıyoruz….
Bunu ancak delilerin yapabileceğini ya da bunun ancak filmlerde olabileceğini sanıyorsanız büyük bir yanılgı içerisindesiniz demektir. Çünkü aynaya gerçekten bakabilip de karşısındakini görme cesaretine ulaşabilen her birey, kendisine ne kadar güç gelen, kendisini ne kadar teessürle boğuşturan, kendisinin tahammül etmekte çok zorlanacağı ne varsa; en basitinin, en ahmağının, en sevilmezinin bile türlü yetkinlikle bezendiği insanlığa ne kadar korkunç davranışlarda bulunduğunu idrak edecektir. Tabiri caizse ‘ne söylediğini dinmeledim ama bence haksızsın’ gibi bir yanılgıya bürünen insan, emek vererek ve çaba göstererek türlü merhalelerden aşırdığını iddia ederek sürdürdüğünü ilişkilerinde, sonu ayağının altından kayan bir toprağın hissettirdiği boşluğa ulaşacağını tam olarak ne zaman anlayacak?
Tabii tam bu noktada ikili ilişkilere de ayrı bir başlık açmak gerecektir. Kadın ya da erkek fark etmez; toplumun tamamının ya da farklı farklı özellikleri haiz alt kırılımlarının herhangi birinin kendilerine yüklediği anlam, sorumluluk ya da her neyse her birinden bağımsız bir şekilde, bir tarafın diğerini sevebileceği zaman sevmeyi tercih etmemesi ancak buna rağmen hayatının daha önceki kısımlarında tatmin edilmeyen arzularına üzülmeyi, yine bu kısımlardan kırılan, parçalanan, bazen de yerle bir olan benliğini onarmayı diğer her şeyin üzerinde konumlandırmayı, önüne çıkabilecek fırsatların heyecanını duyumsamak yerine kaybettiklerine hayıflanmayı sürdürmesi ve bütün bunların birliktelik çehresi altında bürünmesini tercih etmesi; eskilerin deyimiyle tek bir yastığı paylaşmaya ahdetmiş tarafların tek hayatı paylaşamadan birbirlerine giderek çok daha büyük bir hızda yabancılaşmasını beraberinde getiriyor, hatta kim bilir tarafları buna mecbur kılıyor.
Burada küçük bir alıntı yapabiliriz: Sabahattin Ali meşhur Kürk Mantolu Madonna’sında ‘insan, bilhassa kadın ve erkek münasebetleri o kadar karmakarışık ve arzularımız, hislerimiz o kadar anlaşılmaz ve bulanık ki, hiç kimse ne yaptığını bilmiyor’ sözleriyle bugünün ikili ilişkilerini bir akıntıya kapılıp gitme meselesinden ibaret görüyor. Nitekim ekliyor da: ‘Beni yüzde yüz doyurmayan, bana tam manasıyla lüzumlu görünmeyen şeyleri yapmak, beni kendi gözlerimde küçültüyor’. İşte günümüzde aşk çehresi altına gizlenmeye çalışılan ‘bir aradalıklar’, tarafların daha iyisi arzusuna kapılıp daha iyisini başarmaya çalışmaktan geri durduğu, sadece insana değil bir ağaca, bir hayvana, bir mekana, bir anıya, tarifi ve mahiyeti rahatça anlamlandırılamayan bir biçimde merak duymayı, mantıksızlığın heyecanıyla ruhunu doyurmayı, bütün ruhu ve teniyle onu anlamlandırmayı istemekten giderek uzaklaşan, belki de bir yozlaşma sürecinin ta kendisi. Oysa ki, insan hayatın ruh ve ten ile bütün bir isteme halinden ibaret olduğunu idrak etmekte mukavemet göstermemeli. Yazarın da dediği gibi, ikili ilişkilerin mayası aşk da zaten bu isteme halinin, mukavemet dilemeyen bir istemenin ta kendisi çünkü. Her neye duyulursa duyulsun…
Günümüz insanının duygu dünyası, evden çıktıktan sonra bir şey unuttuğunu fark ederek duraksayan fakat unuttuğunun ne olduğunu bir türlü anımsayamayarak hafızasını ve ceplerini neredeyse kazan, nihayetinde anımsama ümidini de kesip aklını geride, adımlarını ileride tutmaya çalışarak çok da gitmek istemeyen adımlarla yoluna devam etmek mecburiyetinde kalan birininkine benziyor. Kendisinde mevcut olmayan, mevcut olmadığı için kaygılandığı, kaygılandığı için de anını yitiren günümüz insanı mevcut olmayana malik olayım derken mevcutundan da oluyor. Tam bir bulgur pirinç hikayesi sizin anlayacağınız.
Bitirirken; hayatın ne kadar zor olduğuna odaklanarak hayatı kendisi için daha da zorlaştıran insan, yaşadığı zamanın farkındalığından gitgide uzaklaşarak ağır bir yükü taşırken omuzlarının giderek düşmesine de mecbur kalıyor. Şükrü Erbaş bu durumu yaralı bir özgürlük, bir incelik yenilgisi olarak tanımlıyor. İstediği her şeye ulaşabildiği ve ulaşabileceği sanrısıyla yaşayan insan aslında geliştirdiği farkındalıkla mutsuzluğa, geliştiremediğiyle ise de huzursuzluğa kararlılıkla yürüyor.
Velhasıl, zaman geçiyor, dünya dönüyor, döndükçe de insan kendini, bir sonraki adımda ne yaşayacağını bir türlü kestiremediği bir maceranın içinde buluyor. Çoğumuz için bu bilinmezlik ve belirsizlik halinin bünyede kaygıyı beraberinde getirebileceğini söylemek mümkün. Lakin konu hayat ve yaşamak olunca, ortadan kaldırmanın hiç de mümkün olmadığı bu belirsizlik halinin yarattığı maceradan olabildiğince keyif almak gerektiğini idrak ediyor insan, dünyayla birlikte dönüştüğü her yeni günde. Öyle ki İhsan Oktay Anar bu hali şöyle anlatır: ¨Macera, insanoğlu için büyük bir nimetti. Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk, bu dünyanın şahidi olabilmekti.¨
Zor, karmaşık, yorucu, kaygılandırıcı, hatalara açık, söylemlerin eylemlere uymadığı, farklılıkların önemsenmediği, söylenenlerin dinlenmediği, üzerinde yaşadığı dünyanın yegane sahibi olduğu gibi zavallı bir sanrıyla kendi türünden başkasını kabullenmemeye cüret eden günümüz insanının aslında kendi türüne bile sabrının ve saygısının kalmadığı bir yer haline dönüşse de dünya; tıpkı Nazım’ın dediği gibi acısı çekilerek, mahzunluğu duyularak sadece ‘yaşadım’ diyebilmek için yaşanacak nice maceraya şahitlik edilecek -şimdilik- yegane yer.


[…] Peki bugün biz de dahil birçoğumuzun üzerine konuşma isteği duymamızı gerektiren ne oldu? Söze başlarken bahsettiğim programa katılan Sophia ile programın sunucusu arasında geçen diyalogun çıkış noktası olan ‘İnsan olmak ister misin?’ sorusunun ardından yaşananlar, aslında günümüz insanının mevcut sanrı ve sancılarının farkında olarak dahi gezegenin en yetkini olma güdüsünün bir tezahürü. Hatırlarsın sayın okuyucu, geçtiğimiz günlerde kendi türünü anlamanın ve tanımanın dahi ne kadar güç olduğunu keşfeden günümüz insanının bu zahmetli işe teşebbüs edip de başını bir çıkmaza sokmak yerine körler gibi dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ettiğinden bahsetmiştik. Öyle ki, uğruna dağları deldiğini iddia ettiği durumlarda dahi karşısındakine hissettirdiğinin ayağın altından kayan bir toprağın verdiği boşluk hissi olduğunu kavrayamayan insan bugün, avucunun içinde hep ufak görünen mutluluğun ne denli büyük ve değerli olduğunu ancak bıraktığında öğrenen, ince yenilgilerin ve yaralı özgürlüklerin başkalaştırdığı, kendi doğrularının hükmüyle fermanlar yazmaya cüret eden birine dönüşmüş durumda (dahası için: mecbur.) […]
BeğenBeğen