Kulakları sağır eden bir çığlığı duyarsın da artık dayanamaz, kulaklarını kapatırsın ya…
Başını öne eğer, kulaklarını ellerinle kapatır, öylece beklersin.
Bu fırtına, bu koşturmaca, bu hengame bir an önce bitsin diye. Her ne oluyorsa etrafında, bir an önce sonlansın diye…
Sabahına bir temsile hazırlanır gibi hazırlandığım, ütülü gömleğimin üzerine yasımın derinliği kadar siyah kazağımı atıp da başladığım günümün geri kalanı, ekseriyetle bu hisle geçmişti sayın okuyucu.
Sayısız insanın yüzündeki donukluk, gün boyu süren ancak ara ara yükselen hıçkırık sesleriyle bölünmüş; köşe başlarında uzunca süredir görüşemeyenlerin günlük sohbetleri fısıltı halinde kulağıma kadar ulaşmıştı.
Hepsi bir kakafoniden oluşan bunca ses ve görüntü, günün sonunda beni bir fırtınadan sağ çıkmayı başarmış; ancak sağ çıkmak mı hayırlı yoksa yitip gitmek mi bilememiş bir denizcinin yorgunluğuna sevk etmişti.
Anahtarı kapının deliğine soktuğumda sanki son gücümü kullanmış gibiydim.
İçeri girdiğimde müthiş bir sessizlik karşıladı beni. Hani şu insanın kendi kalp atışını kendine duyuran cinsten… Yükselen nabzımın, sessizliğin endişesinden mi heyecanımdan mı olduğunu kestiremedim bir an. Önce ayakkabılığı, sonra en altta günlük ayakkabıları, onun bir üzerinde terlikleri, onun bir üzerinde ise bel hizasındaki kattaki çekeceği karşıladı beni.
“Ayakkabı mı giyiyoruz, eziyet mi çekiyoruz yahu? Eğilmem ben” diyerek, boyunun yarısına denk uzunluktaki çekeceğindeki, kendisine sorduğumda her daim açıklaması hazır olan bir sıralamada dizilen ayakkabılarındaki hareketsizlik ürpertmişti içimi. Sanki bir yere gitmeye niyetlenmişler, sonra vazgeçmişler ve bu vazgeçiş sonsuza dek devam edecekmiş gibi…
Ardından ise kapının kapanma sesi içimi ürpertti. Bu kaygılandırıcı sessizliği bölen kalp atışımın sesiyle baş başa kalmıştım.
Işığı yaktım, ayakkabılarımı çıkardım, tıpkı onun yaptığı gibi çevirip kapının hemen ardına konumlandırdım. Hepsini öyle belirli bir düzen ile yaptım ki, görsen “harfiyen emretmiş” zannederdin.
İçeri doğru yürürken gözüm duvarlardaki irili ufaklı fotoğraflara takıldı. An’ı ölümsüzleştirmeyi çok seviyordu, anı biriktirmeyi sevdiği kadar; ister iyi olsun ister kötü olsun.
“Oğlum düşünsene, o ana bir daha dönemeyeceğin bir hayatta gülenler, ağlayanlar, sevinenler, üzülenler, düşenler, kalkanlar… hepsi bir karenin içinde sonsuza kadar durabiliyor. Ölümsüzlüğün formülü be resmen bu!“
diyerek savunuyordu her bir tartışmamızda; ben eski fotoğraflara bir türlü bakamadığımı söylerken.
İlk bisikletiyle çektirdiği fotoğrafındaki Çankaya’yı, Kuğulu’nun daha sakin ama daha huzurlu zamanlarındaki Ankara’yı, geç bulup erken kaybettiği dostlarını, diplomasını aldığı günkü sevincini, terk edildiği günkü üzüntüsünü, sahaya çıktığında zamanın durduğu Fenerbahçe’sinin sarısını lacivertini, yolculuğuna çıkmadan önceki durgunluğunu…
Her birini birer kare içerisinde sığdırıp da sonsuzluğa kadar götürmeyi başarmıştı cidden.
İşte tam şimdi tüm bu sessizliğin içinde kulaklarımı sağır edercesine konuşuyordu her bir kare.
Salona gelmiştim. Ama üzerimde inanılmaz bir yorgunluk ile.
Sanki sabahtan beri yapılması gereken onca ritüeli yerine getirmemişim de; antreden salona bitmek bilmeyen bir yolu yürümüş durmuşum gibi…
İlk bakışta göze hayli kalabalık gelen, ancak dikkatli baktığımda her biri bir anlama sahip, bir düzene sahip onca eşyanın arasından geçerken her biri beni selamlıyordu.
Osmanlı’da Has Oda vardır sayın okuyucu. Sultanın tahtının en hakim yerinde durduğu, üzerinde oturan biri olmasa dahi tahtın kendisine dahi muazzam bir saygı duyduğun bir oda. İşte kendimi bir Has Oda’da hissettiğim… Hırkasının başına özenle asıldığı koltuğuyla göz göze geldiğimde, ister istemez belli belirsiz bir reverans yapma zorunluluğu hissettim kendimi. Önünde saygıyla eğildiğim koltuğu ve hırkası değildi çünkü; onun ta kendisiydi.
Salona girdiğimde burnuma ilk çarpan şey, sobanın içinde çoktan sönmüş bir odun ateşinin geride bıraktığı hafif is kokusuydu. O koku, zamanın durduğu bir andan fısıltılar taşır gibiydi. Başımı biraz sağa çevirdiğimde, kitaplıkta eğilip bükülmüş, sırtı çatlamış, bazısı neme yenik düşmüş onlarca kitabın dizili olduğu rafla göz göze geldim. Kimi kenarlarına notlar alınmış, kimi arasında bir zamanlar önemsenmiş bir yaprağın sararmış izi kalmış. Hepsi okunmuş, kimisi yarım bırakılmış… Ama hepsi bir zamanlar onunla aynı nefesi almış.
Kütüphanenin yanında duran, yarısına kadar dolu bir kül tablası vardı. Üzerinde sanki hâlâ izmaritinden duman tüten son sigaranın etrafına sinmiş o bildik koku… Dumanın izinde gözüm tavan köşesine kaydı. Ne çok gecesini bu koltukta geçirdiğini düşündüm. Okuduklarını bir cümlede özetleyip paylaşmak, bazen öfkeyle kitabı kapatmak, bazen sessizce gözyaşı dökmek… O kül tablası yalnızca izmarit değil, gecelerin yükünü biriktirmişti.
Kaskatı duvarların konuşabildiğini tam da şimdi öğrenmiştim. Yerlerinde sabit, umarsız, sağır bir şekilde durduğunu zannettiğim duvarlar, oysa ki her şeyden haberdarmış. Duvarlardaki belli belirsiz izler, tıpkı yaşanmışlıkların kırıkları gibi sessizce konuşuyordu. Her köşeden, her çatlağın ardındaki yankıdan bir tını yükseliyordu: Bir kahkahanın ardından gelen iç çekiş, bir vedanın sessizliği, bir umut dolu planın yarıda kalmış cümlesi…
Duvarlarda asılı kalan fotoğraflar kadar, o duvarların kendi dili de vardı artık.
İşte o tını, öyle tanıdık ama bir yandan da öyle iç burkucuydu ki… Her şeyin farkında olan ama hiçbir zaman müdahil olamamış bir tanığın diliyle konuşuyordu bana.
İnsan gider…
Her şeyi geride kalır.
İnsan kalmaz, acısı kalır.
İşte ona da bir türlü dokunulmaz.
Eşyasına dokunabilirsin, kalmış notlarına, çerçevelerine, kahve bardağına bile…
Ama içinden çıkıp da gidemediği, o içimize bıraktığı sızının kenarına bile yanaşamazsın.
Dokunamazsın.
Çünkü dokunmak, kabullenmektir.
Çünkü kabullenmek, yeni bir başlangıçtır.
Ve işte, insan en çok bundan korkar.
Her şey biter.
Günler, haftalar, aylar, yıllar, dostluklar, işler, aşklar, hayaller… Hayatlar bile…
Çoğuna zarifçe veda bile edemeden hem de…
El sallayamazsın her gidenin ardından. Bazen sadece bakarsın; bazen bakacak gücün bile kalmaz. Ama insan her daim bitişlerden ziyade başlangıçlara itibar eder. En karanlık gecede bile bir sabahı beklemekten vazgeçmez. Yeniden başlamanın mümkün olduğunu, içten içe bilmek ister. Ama bir türlü de kalkışamaz buna… Anlayacağın tam bir ikilem…
Zihnime hücum eden bunca düşüncenin arasında, o koltuğun üstündeki hırkaya bakarken içimde bir sıcaklık hissettim. Ne olduğunu tam çözemediğim ama alışık olmadığım bir sıcaklık…
Tam o sırada, telefonum çaldı.
Zar zor cebimden çıkardım, ekranda titreyen isme baktım.
Açtım.
Karşımdaki ses titriyordu ama bu kez ağlamaktan değil, sevinçten:
“Gözün aydın,” dedi.
“Bir evladın oldu.”
Biri gitmiş…
Biri de gelmişti…

