Bugün 14 Mart Pazartesi. Günaydın. Aydın mı? Kimisi “bir şey istiyor musun anne?” diyip de yeni kapatmıştı telefonunu. Kimisi sınavdan çıkan evladıyla güneşli bir pazar gününde bir şeyler yapıp eve dönmek üzereydi. Kimisi sevgilisinden yeni vedalaşıp ‘onu daha şimdiden ne kadar çok özlediğini’ yazıyordu telefonunda -daha önce hepimizin defalarca yaptığı gibi-. Kimisi ise sadece geçiyordu oradan. Dün Ankara’da bomba patladı, yine. Ve biz yine öldük.
Bilenler bilir, Ankara’yı ne kadar çok sevdiğimi. Koşturmacadan biraz olsun sıyrılabilip de kendime vakit ayırabildiğim ender anlarda, doğduğum, büyüdüğüm, sokaklarında hayatı öğrendiğim şehri bir kez daha, bir kez daha yürüyerek arşınlarım.
Ankaralı olmak demek aslında;
- Atakule’ye çıkıp da şehri izlemek,
- Botanik’te kendini su sesine bırakmak,
- Kıtır’da balkonda oturup da kendinle konuşmak,
- Tunalı Hilmi’de ellerimi ceplerime sokup da yavaş yavaş yürümek,
- Kuğulu Park’ta o her şeyden haberdar ama hiç konuşmayan kuğular ile dertleşmek,
- Karın usulca yağışını Konur Sokak’ta bir ikinci katın cam kenarında izlemek,
- Kızılay’da gençliğimin geçtiği yerlerde bir Ankara simidi ile dinlenmek,
- Ali Haydar’dan Milli Piyango bileti çekmek,
- Güvenpark’ta çiçekçilerin köşesindeki Midyeci Abi ile sohbet ederken çift haneli midyeleri nasıl yediğini anlamamak,
- Ankara Kalesi’ne çıkarken oturup bir mantı yemek,
- Surların tepesinde O’nunla beraber şehri izlemek, fotoğraf çektirmek,
- Papazın Bağı’nda bazen yalnız bazen yanında en sevdiklerin ile ağaçların altında çay yudumlamak,
- Öğrencilikten gelen Mithtpaşa Köprüsü’nün altındaki Gözde Piknik alışkanlığından kopamamak,
- Kendi şehrinde turist olmak,
- Soğukta AVM’den durağa kadar yürürken O’nunla ısınmak, durakta neredeyse her vedalaştığında bazen soğuktan bazen üzüntüden gözlerindeki yaşları bırakmak,
- Nice parkında oturup da kendinle hesaplaşıp da hayata dönmeye çalışmak,
- Yağan yağmura inat O’nunla beraber Beşevler’den Maltepe’ye yürümek, yol boyunca yol hiç bitmesin diye dua etmek,
- Tunus Caddesi’nden Kızılay’a yürürken kaldırım çizgilerine basmamaya çalışmak,
- Emek’te Azeri Turşucusu’ndan turşu suyu içmek,
- Bestekar ile Bülten Sokakların kesiştiği yerde önce midye sonra nohutlu pilav yemeden eve gitmemek,
- AŞTİ’de birçok vedayı gömmek,
- Dost’un önünde randevulaşmak,
- Dershanenin camından Atatürk Bulvarı’ndaki koşuşturmayı izleyip de üniversite hayalleri kurmak,
- Okulu kırıp da atari salonlarına gitmek, hatta büyüyüp iş güç sahibi olduğunda bile vakit bulduğunda gitmeyi ihmal etmemek,
- Sakarya’dan geçerken balık-ekmek yemeden yapamamak,
- Çiftlik’in kokoreçi mi yoksa Pikolet’in kokoreçi mi daha güzel hala karar verememek,
- Caddelere, sokaklara, kaldırımlara anılarını gömmek, hayatı buralarda öğrenmek,
- Her köşe başında bir hikayeye sahip olmak,
- Sokaklarda yürürken çocukluğunu, gençliğini, büyüdüğünü bir film şeridi gibi izlemek,
- ve aklıma gelip de buraya sığdıramadığım binlerce farklı şey demek.
Çoğu kimse sevmez Ankara’yı. Sevenleri de anlayamadıklarını söylerler. Lakin çoğunun sevmediği Ankara’yı sırf bu yüzden bile severiz biz. Şiirler denizlere, boğaza, İstanbul’a yazılır; Ankara ise sahipsiz çocuktur. “Ankara’da sensiz olmak, aşık olmak zor” denir ama aşkların en güzeli Ankara’da yaşanır. Her türlü duyguyu Ankara’da yaşarsınız, her türlü insanı da burada tanırsınız. Yalnız şehirdir Ankara, bir sessizlik hakimdir sokaklara. Siz de yalnızlığınızı yere düşen yapraklara sarılarak gidermeye çalışırsınız. İnsanları vicdanları ile baş başa bırakıp oyundan ayrılırsınız. Her köşe başında bir hikayenizi hatırlayıp kah sinirle dolarsınız kah gülümsersiniz. Aradan yıllar geçse de kaldığınız yerden devam edebildiğiniz bir dostunuz gibidir Ankara. Hep oralarda bir yerde bekler o.
Ama aşık olduğumuz şehri elimizden alıyorlar Albayım. Eylül’ün 25’inden bu yana hiç suçu olmayan sokaklara, caddelere, köşe başlarına kin dolu geçirirken günlerimi; bir de bunlar yetmezmiş gibi Ekim’den beri mütemadiyen öldürülüyoruz.
Bu sabah anneme kocaman sarılarak çıktım evden. Dün akşam insanlık yapıp da bizi merak edenlere “iyiyim, bir şeyim yok” dedim yine. Ama belki de bir dahaki sefere bu kadar şanslı olmayacağım. Belki bir dahaki sefer “5 dakika erken geçseydi oradan aramızda olacaktı” diyecekler arkamdan. Bu şehri ne kadar çok sevdiğimi, bu şehirde neler yaşadığımı, hissettiğimi; yazıp da kimselerle paylaşamadığım defterlerden öğrenecekler. “Görüşürüz” diye ayrıldığım, telefonu kapattığım insanlarla belki bir daha görüşemeyeceğim. İnsanlara “Görüşürüz” diyorum ama emin olamıyorum. Görüşür müyüz?
Rehberimde kayıtlı olan, olmayıp da numarası aklımda olan herkesi arayasım geliyor, belki bir daha konuşamayız diye. Yapmaktan keyif aldığım her şeyi bir daha, bir daha yapasım; sevdiklerime, özlediklerime son bir kez sarılasım geliyor, belki bir daha kısmet olmaz diye. Çünkü ölüm -ne yazık ki- biz Ankaralıların etrafında bir yerlerde geziniyor.
Dün akşam patlamaya görece yakın bir yerde o sessizliği, o kaçışı gördükten sonra artık yukarıda saydığım -ve sayamadığım- birçok güzellik de kum taneleri gibi avuçlarımdan gitmeye başladı teker teker. Aşık olduğumuz şehri acımasızca elimizden alıyorlar. Bir kapana sıkışmış, sıramızın gelmesini bekliyor gibi hissediyorum kendimi.
Biraz önce Kızılay’dan ofise döndüm. Herkesin kafası yerde, inanılmaz bir sessizlik var; o normal zamanda kalabalıktan yürüyemediğimiz Kızılay Meydanı’nda. Herkesi suratı asık; bugün Ankara cenaze evi gibi.
Bugün 14 Mart Pazartesi. Günaydın.
Bugün durmaksızın yağmur yağıyor An’kara’da. Ve ben hiç iyi değilim.
Milletimizin başı sağolsun.
#Ankara.