Duvarlarına taze ekmek kokusu sinmiş, yarısına kadar çekilmiş perdesinin arkasındaki depoda duran kasa kasa meşrubatın çocuklar için cennetin diğer bir adı olduğu dar sokaklı mahallemizin yegane bakkalının önünde, şu hayatta nefes alan çoğu insan gibi yorgunluğundan az sonra orta yerinen çatlayacakmış gibi yer çekimine direnen bir iskemlenin üzerinde az önce yine bileğine güvenip de her zaman olduğu gibi boşa çıkan güvenine el sallayan bir adamım. Nedir yahu bu tavladaki gelelerle derdim? diye aklımdan geçirirken ciğeri çıkacakmışçasına koşarak geldi yanıma ufaklık. Yüzünde telaş mı sevinç mi çözemediğim bir şeyler vardı sayın okuyucu, öyle ki insanın görüp de meraklanmaması imkansız. Herhalde en son Arşimet “Buldum!” diye sokaklarda koştururken bu kadar heyecanlıydı.
“-Abi postacı geliyor sonunda, vallahi de billahi de bu sefer geliyor.” diye müjdeyi verdi. Sanırım ömründeki sondan bir önceki nefesine de bu cümleyi sığdırmıştı. O kadar çok koşmuştu ki mahallece bilimin ilerleyip de üçüncü ciğerin nakline izin vermesini dileyecektik neredeyse. “Tamam be oğlum, buradayız işte, gelirse alırız haberimizi, kendini bu kadar paraladığına değmez” diye cevap verdim ama sanırsın ki yaklaşık 742.873 dakikadır postacının yolunu gözleyen ben değilim; öyle bir burnu büyüklük. Tavlanın hemen yanında, çoktandır yarılanmış duran şekersiz çayımdan bir yudum aldım.
Şekeri ve insanlara güvenmeyi bırakalı çok oldu da eski tadı alabildiğimi söylemek güç; ne çaydan ne de hayattan. “Hele bir alış da bak bakalım eski haline dayanabiliyor musun” diyenler kulübü de dünyanın en kandırıkçı insanlarının toplandığı bir yer sanırım. Ah bir saniye, “gel gel, soğuk ama girince alışıyorsun”cular ile “Abi beni yurtdışında hem İtalyan sanıyor”cular bir araya gelse Üçüncü Dünya Savaşı’nın süper gücü olur neredeyse. Ama konumuz şu an bu değil sayın okuyucu. Yer kabuğu yeni bir dünya savaşına bu kadar müsait bir durumdayken bir ben uyuyan devleri uyandırmayayım.
En son üç ciğerli insan ırkından bahsediyordum ama bu bahsi de bilim insanlarına bırakmak istiyorum; keza uluslararası ilişkiler kadar cerrahi de uzmanlık alanım değilim. Uzmanlık alanım daha ziyade tavlada elimdeki kırık tek bir pulu sayısız elde girememek. Kaç el oldu sayamadım ama attığım zarlar duvara çarpar gibi bana geri dönüyor.
Yolun başında görünen postacı da bir türlü gelmiyor zaten, sanırsın ki Çin’den yola çıktı da ipek getiriyor Anadolu’ya. Sırf derinlik efekti ile bol bol fotoğraf çekerim de sosyal medyada profil fotoğrafı sıkıntısına düşmem diye geleceğimi ipotek altına aldığım teknoloji harikası telefonumun şarj göstergesi kendine kırmızı rengi yakıştırmış ve ben hala gele atıyorum. Heyhat, ne dünyevi dertlerim var böyle! Yeni nesil bu dertlerle nasıl başa çıkabiliyor böyle…
Azıcık imkanımız olsa mahallece bir araya gelip satın alacağımız fiyakalı bir arabayla gezmeye layık bakkalımızın dürtmesiyle gerçek hayata döndüm büyük dertlerimden. “Hadi be oğlum, satranç mı oynuyoruz” serzenişi olmadan oynanan bir tavla ince topuk giymeyen bir kadına ya da üzerine tarçın serpiştirilmeyen bir sütlaca benziyor. Ne de olsa tarçından geçmeyen sütlaçlar biraz eksiktir.
Postacının şapkasındaki karanlık gecelere doğan bir güneş gibi parlayan arması giderek büyüyüyordu, postacı bize doğru yaklaştıkça. Dünyanın yuvarlak olduğunun bir göstergesi de buydu sanki. Hep gemilerin önce güvertesinin görünmesinden anlamayız ya dünyanın yuvarlaklığını; postacıların da ilk şapkası görünüyor. Postacımız sonunda mahallemizde elinde kılıç olan bir gladyatör gibi mağrur bir şekilde salınıyordu.
Nefesler kesilmiş, herkes son penaltıyı gole çevirip de Fenerbahçe’mii tura taşıyacak kaleci Volkan’ı izler gibi postacıyı izliyordu. Takım olarak çok iyiydik, önümüzdeki maçlara falan da bakmayacaktık artık. Günün birinde bir çılgınlık yapıp da evlenmeye kalksam bu kadar mağrur bir şekilde atacağımı düşündüğüm imzamı postacının uzattığı kağıda attım. Artık postacı da mahalleliye katılmış, gözleri ince uzun parmaklarımın bir zarfı açarken göstereceği marifete kilitlenmişti.
Kağıdın yırtılma sesi adeta tüm mahallede, KKTC’de ve tüm yurt dışı temsilciliklerinde yankılandı. Büyük bir gururla 742.887 (evet postacı kısacık yolu 14 dakikada gelebilmişti) dakikadır beklediğim haberi almaya hazırlanıyordum.
Tur için topun başına gelen Volkan’ın topu taç çizgisiyle buluşturması gibi postacı da birkaç saniye önce beklediğim haber yerine kredi kartı ekstremi elime tutuşturmuş meğer. Hani konfetiler, hani havai fişekler, hani sabırla sayılan dakikaların mutlu sonu?
Ben şoku atlatana kadar postacı ince belliyi midesine indirmiş bile. “Hadi eyvallah” diyip mavi tura çıkan bir cruise gibi uzaklaşırken neredeyse arkasından el sallayıp ağlaşmadığımız kaldı mahalleli olarak.
Olsun, yine de birkaç dakikalığına da olsa 2002 Dünya Kupasu’ndaki heyecanı yaşadık hep beraber. Buldum aslında mutlu olmanın yolunu sayın okuyucu; kesinlikle değer bilmekle alakalı. Kısacık sokağı 14 dakikada yürüyen bir postacının da, kredi kartı ekstresinin de, şekersiz çayın da değerini bilmekle…
Ne de olsa mutluluğu bulunca onun değerini bilmek herkesin harcı değildir.