Bir önceki günün bitmeden bir sonrakine bağlandığı bazı sabahlarda, şehrin nüfusunun yalnızca yaklaşık yüzde 0,1’i (bilirsin ki sayın okuyucu, biz ekonomistler sayılarla, oranlarla konuşmaya bayılırız) yatağından kazınma savaşından galip gelmek üzereyken, serin bir esinti iç ürperten bir şekilde balkonuma misafir olurken ve gökyüzü mavinin elli tonunu insanoğlunun gözlerinin hizmetine sunarken görev başına geçip de taze demlenmiş kahvesinin eşliğinde defterine bir şeyler karalayan sadece ben olmuyorum sayın okuyucu.
Gece boyu görevini başarıyla ifa etmiş sokak lambaları da güneşin ilk ışıkları yaşanmışlıklar ile aşınmış kaldırımları parlatırcasına aydınlatana kadar defterinin satırlarına bir şeyler yazıyor. Ya da uzun bir sokak boyunca sanki bir yere yetişmeye çalışıyormuş gibi adımlarını kararlı kararlı atan sokak köpekleri de o satırlardaki yarım kalmış cümleleri tamamlamak için görevden çekinmiyor.
Sanırım adına hayat dediğimiz yerde her şey bir sabah Samsa’nın huzursuz düşlerinden uyanıp da kendisini yatağında dev bir böcek olarak bulmasıyla başladı. İşte o andan sonra öğrendik, ağaçların büyüme halkaları elde edebilmeleri, gövdelerinin çok daha sağlam olabilmeleri için fırtınalı havalara ihtiyaç duyduğunu… Ya da karşımıza çıkan ve tanıdıklarımızın çoğunluğunu insanların bir biber dolmadan, bir künefeden, bir su kenarında veya bir ağaç gölgesinde bir kitabın sayfaları arasında kaybolmaktan veya kakaolu bir dondurmadan daha fazla sevilemeyeceğini…
İnsan sessiz ve soğuk beyaz taşların arasında gezinirken bir yandan da gözleri o taşlara siyah puntolarla kazınan tarih aralıklarına ilişiyor. Türlü beyin cimnastikleri ile başlangıç ve bitiş tarihleri arasındaki süreyi hesaplamaya çalışıyor. 72 yıl, 47 yıl, 5 yıl, 3 ay… Kendince uzun görünenlere imreniyor, kendince kısa görünenlere ise üzülüyor. Ama şu bir gerçek ki sayın okuyucu, aslında kim gerçekten yaşıyor bu hayatta, insan bilemiyor. Unutma, herkes nefes alıp veriyor da pek az kişi başarıyor yaşamayı. Çünkü yaşamak şakaya gelmez sayın okuyucu, bir sincap ciddiyetinde yaşamak gerek hayatı. Yani yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, yani yegane görevinin yaşamak olduğunu hiç unutmadan…
Emrah Serbes der ki; ‘bu dünyada tam manasıyla, derin bir anlayışla ve hakkıyla yaşanmış tek bir an bile koskoca bir asra bedeldir.‘ İşte sayın okuyucu, bu hayatta salt nefes egzersizi yapmak yerine yaşamayı seçersen o fırtınalı havalar sayesinde gövdene büyüme halkaları ekleyebilen güçlü bir ağaç olursun. İşte sadece nefes alıp vermek yerine an’lar biriktirip de yaşamayı başarırsan dünya daha güzel bir yer haline gelebilir. Çünkü ne de olsa insan, yaşadıklarından çok yaşayamadıkları için ağıt yakıyor bu hayatta.
Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan şu günlerde her bir yurttaşımızın görevi şu samimiyetsiz ve sahte zamanlarda yaşananlara ve görülenlere inat, olanları hiç unutmadan lakin bir o kadar da üzülmeden, yaşadım diyebilmek için yaşamak.
Çünkü sayın okuyucu;
Yaşamak, bu yangın yerinde
Her gün, yeniden ölerek.
Yaşamak görevdir, bu yangın yerinde
Yaşamak, insan kalarak…

Yine küçük bir nefeslik anı yaşama fırsat verdiniz bize, teşekkürler sayın yazar 🙂
BeğenBeğen