uçurtma.

Gözünü açtığında tavanında gördüğü ışık oyunları, güneşli bir günün müjdeleyicisiydi. Başını yastığından kaldırdığında, serin bir Ankara akşamında perdesini çok da düzgün örtmediğini, odasına misafir olan kaçamak güneş ışıklarından anlıyordu. Derin bir nefes çekti içine, henüz yatağındayken; ciğerlerini sonuna kadar doldurdu. Nasıl ki tavanındaki ışık oyunları güneşli bir günün habercisiyse, burnuna gelen lezzetli kokular da keyifli bir kahvaltı masasının habercisiydi.

Odasının kapısını daha aralar aramaz az önce burnuna çalınan lezzetli kokuların dozu arttı, yüzüne istemsiz bir tebessüm yerleşiverdi. Güneşin odasına misafir olduğu ve sevdiklerinin yanında huzurla uyandığı bir sabaha daha erişmek nasıl da büyük bir şanstı onun için. Başını adımlarını banyoya doğru atarken önünden geçtiği mutfağın kapısından şöyle bir içeri uzattı. İşte mutluluğun tanımı tam da karşısındaydı: sıcak bir kan gibi akan taze demlenmiş çayı ince belli bardaklara dolduran annesi de masanın başında, burnunun ucuna kadar inen yakın gözlüğü ile elindeki gazetelerin ilk sayfalarında şöyle bir göz gezdiren babası da aynı anda kendisine baktı ve seslendi: “Hadi kızım, bu güzel kahvaltı masası ve güneşli pazar günü seni bekliyor.”

Sen ne düşünürsün bilmem ama kahvaltının ve mavi bir gökyüzünün mutlulukla ilgisi var sayın okuyucu. Sabah başını yastığından kaldırdığı an tattığı mutluluğu sürüyordu küçük kızın. Üstüne bir de babasının bu güzel pazar gününde onunla beraber uçurtma uçuracağı müjdesi eklenince adeta havalara uçtu. Bir hayali daha gerçek olacaktı işte, aşık olduğu ilk adam sayesinde. Ne de olsa uçurtma, insanın yerle bir etmek için birbiriyle yarıştığı şu dünyaya, şu mavi gökyüzüne verdiği en anlamlı hediyelerden biriydi ve bu hediyeyi verme sırası sonunda kendisine de gelmişti. O her zaman kendisinden geçercesine hayranlıkla izlediği uçsuz bucaksız maviliğe, o maviliğe konuk olan pamuk beyazı bulutlara armağan verme zamanı şimdi kendisindeydi.

Alabildiğince yeşilin ortasında bir yerde babasının özenle uçurtmayı hazırlayışını izledi. Hayallerinden birini gökyüzüne armağan etmesine çok az kalmıştı. Ancak bu güneşli ve huzurlu pazar gününde olabilecek en kötü şeylerden biri yaşandı. Az önce babasının elinden aldığı uçurtmasının ipi, aniden çıkan bir rüzgar yüzünden elinden kaydı gitti. Onca zaman hayalini kurduğu an ile birlikte tabi ki… Yaşanamadan kaybolup giden her şey gibi canından bir parçayı da söküp götürdü, ardından bakakalırken gözlerinden belli belirsiz iki damla gözyaşının süzüldüğü, gökyüzünde rüzgarla savruk, başına buyruk süzülüp giden uçurtması.

Bütün bir hafta boyu bu anın hayalini kuruyordu. Günlerdir aklından aynı düşünce geçiyordu, bir an önce cuma akşamı olsun da kendisini tek başına yaşadığı evinin en büyük eşyası olan koltuğuna öylece bıraksın… Bir elini başının altına alıp da gözlerini diktiği avizesinin taşlarındaki ışık oyunlarını incelerken aklına yıllar önce bir pazar sabahı odasının tavanındaki görüntüler. Hani şu yıllardır uçurtmalardan nefret etmesine, hatta korkmasına sebep olan o günün sabahındaki…

Uçurtmalardan korkmak… Kulağa ne kadar da saçma geliyor değil mi sayın okuyucu? Bunca zaman hayatı ve hayal kurmayı kendisine cehennem eden bu korkusunu bir türlü yenememişti işte. Niye başkaları büyük bir hevesle uçururken uçurtmalarını, onun hayalleri elinden kayıp giden o incecik ip gibi bir daha yakalanamayacak üzere çok uzaklara uçup gitmişti ki? O pazar gününden yıllar sonra; günlerden bir gün, yeniden yaşadığı hayal kırgınlıkları kendisine o uçurtmanın ardından bakakalması gibi acı vermiş; içindeki narı dürtmüştü.

Şimdi yoğun geçen bir çalışma haftasının sonunda, kendini koltuğuna öylece bırakmışken kendini dinlendirmek yerine zihnini sorularla yoruyor, geçmişteki acılarını yarıştırıyordu. Çocukluğundaki hayal kırıklığı yüzünden uçurtmalardan, yetişkinliğindeki hayal kırıklığı yüzünden insanlardan korkan bir kadın olmuştu artık. Geçen onca zamanda, anılarıyla ipleri birbirine dolaşmış uçurtmalar gibiydi artık; ne beraber uçabiliyordu onlarla ne de şu dünyayı boşverip kendi yoluna gidebiliyordu. Rüzgarda savruk, başına buyruktu şimdi…

Yerinden kalkıp çalışma odasına doğru yürüdü, bir yandan da eski defterlerinin nerede olduğunu hatırlamaya çalışarak. Çalışma masasının en alt çekmecesinde, yıllardır büyük bir özenle sakladığı defterleriyle bir an önce kavuşmak için adımlarını hızlandırdı küçük evinin uzun koridorunda. Gereği düşünülüp karar verilmişti; bu cuma akşamı anılar ile buluşulacaktı. Eli defterlerine uzanırken gözü birdenbire kapının yanı başında öylece duran pakete ilişti. İçinde tarihlerine göre sıraya dizilmiş bir dolu mektup ve üzerinde hep aynı çizimin olduğu bir dolu resim kağıdının olduğu bir pakete…

Tarihlerine göre dizilen mektuplar yıllarına göre kurdelerle bağlanmış; her biri sahiplerine ulaştırılamayacak üzere zarflanmıştı. Gönderilmemiş mektupların yanı başında duran kağıtlarda ise hep aynı çizim vardı; alabildiğince yeşil bir arazinin ortasında büyük bir hevesle uçurtmasını uçuran küçük bir kız çocuğu…

Gözyaşları resimlerinin üzerindeki boyaları sinsi sinsi dağıtmaya çalışırken fondan da az önce odasına gelmeden önce pikabına yerleştirdiği plağından ilk ezgiler çalınmaya başladı.

“Bu bir uçurtmanın kaçışı, belki de değil;

Bilmem, gökyüzünde aramak da doğru değil.”


uçurtma.jpg

Reklam

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s