Bir haftada yedi gün var. Sanki biri bana demiş ki bu yedi günü de ağzına kadar doldur; ancak öğle aralarında ya da olağanüstü durumlarda nefes almaya imkanın olsun. Ben de o insana -hiç huyum değildir- güvenmişim ve sözünü dinlemişim, sanki. Haftanın 8 günü günün 25 saati çalışmak zorundaymışım gibi yaşıyorum.
Bugün yine Ankara’nın tropikal yağmurlu günlerinden birine uyandık. Provalarımdan birinin iptal olmasını fırsat bilip kendimi yeniden, kendimle başbaşa kalıp da iki lafın belini kırabildiğim Eymir’e attım. Güzel Ankara’mızın denizi…
İnsanın kafasındaki ses hiç susmayınca, dinlendiğini zannettiği anlarda ekstra yoruluyor benliği. Bir gece önce ‘yarın sabaha uyandığında ne yazacağından emin olan bir yazar’ gibi huzurla yastığa başınızı koysanız da; koşturmacanız arasında zoraki de olsa bir tatil bulsanız da zihninizin size oynadığı oyunlar hiç bitmiyor.
Ama bu oyunlar yoruyor, kendinizi yorgun hissediyorsunuz. Hep diyorum ya; oyun nerede bitiyor, hayat nerede başlıyor bilemiyorsunuz.
Bugün de; büyüdüğümüz, hayatı öğrendiğimiz şehri, yanımızda hiç kimse olmamışçasına arşınladık çok şükür. Ne de olsa -geçici zamanlar dışında- bizde başlayan bizde bitiyor. Geriye kalan hikayeler oluyor.
İmkanınız varsa çıkın gelin; size sıcak bir çay ısmarlayayım. Tenteye vuran yağmur damlalarının sesini beraber dinleyelim.