Hep bahsediyorum ya, aslında size de oluyordur eminim: Okuduğunuz satırlarda, dinlediğiniz ezgilerde hayatınızdan, kendinizden bir şeyler bulmaya başladığınız anların yoğunlaştığı zamanlar oluyor insanların hayatında. Allah’ın bir lütfu adeta; kapağını açtığınız kitaptaki satırlar, radyoyu karıştırırken artık yorulup da bir yerde durduğunuzda çalan bir şarkı, izlediğiniz bir filmdeki sahneler; her an her köşeden çıkıp gelebilecek herhangi bir şey sanki sizin hayatınız gizlice gözlenmiş de sizin hayatınızdan çalınmış gibi gelmiyor mu size de? Bir de üstüne bütün bu anlar pek sıklaşınca, insanın zihnine hücum ediyor tüm hatıraları, tüm yaşanmışlıkları.
Bu hayat ne evet ne de hayır’lar ile geçirilemeyecek kadar kısa. Hepimiz hemfikiriz bunda lakin iş yaşamaya geline hayatı zorlaştırma konusunda adeta birbirimizle yarışır haldeyiz. Tüm yaşananlar, yapılanlar sanki bir hayatı zorlaştırma amacına hizmet etmek zorundaymış da aksini düşünemezmişiz gibi geliyor bazen bana. Tüm çabamızla, enerjimizin tamamını halihazırda kolay olan, yolunda giden bir şeyleri nasıl zorlaştırırız, tıkırında yuvarlanan bir tekerleğe nasıl çomak sokarız da onun dengesini sokarız diye harcadığımızı düşünüyorum.
Çağımızın bulaşıcı hastalığı bir de bu. Eski zamanlarda insanlar imkansızlıktan vebadan, sarı hummadan ölürken günümüzde iç sıkıntısı bünyelerimizi adeta kemiriyor, un ufak bırakıyor. Her gün yeni bir sınav oluyor hepimiz için, bu gün ne zorluklarla karşılaşacağız da onlarla savaşacağız diye güne başlarken aslında gün içerisinde hayatı kendi ellerimizle zorlaştırdığımızın farkında bile olmuyoruz. Bir gün daha batıyor, ömürden bir gün daha geçiyor da biz sanki yarın sabaha da uyanmamız garanti gibi umarsızca harcıyoruz günlerimizi.
Dökmeye başlayınca peşi gelmiyor benim de içimin (tam da bu noktada gönül istiyor ki bazı şeyler hep içimde kalsın, içimin ta içi olsun). Ne demiştik? Olur olmadık anlarda karşınıza ezgiler, satırlar çıkıyor da sanki sizin hayatınızın bir yansıması gibi geliyor değil mi? Hep diyorum, bir adam var, 1970lerde kitaplar yazmış. Merak ediyorum; o adam o yazdığı kitaplarında yıllar sonra hayata gelecek birisini anlatmak için çok çabalamış mıdır diye. Oğuz Atay okurken kendimi okumaktan eşsiz, vazgeçilmez bir keyif alıyorum.
Korkuyu Beklerken‘in 123 ila 140. sayfaları arasında yine beni anlatmış Oğuzcuğum Atay; hem de bu sefer ismimi de doğru tahmin ederek. Onun sözleriyle “akıl ve ruh düzensizliği içerisinde, zaten karışık olan düşünce düzeninin giderek karıştığı; bazen gerekli kelimeleri bulamadığı için bir şeyleri gizlemeyi tercih eden, hayatı boyunca sevdiğini çiğnetmesinin söz konusu bile olmadığı, satırlarının bitmez tükenmez aralıksız bir sel gibi aktığı” M.C.’nin yazdığı bir mektuba ufak düzeltmeleri okuyoruz 28 sayfada. Sizinle paylaşmayacağım onları, merak ederseniz açıp okursunuz; lakin bir bölüm var ki insana içten bir hey gidi çektiriyor. Geçen onca zamanın ardından arkasına dönüp de hatıralarını anımsayan yorgun M.C.’nin söyledikleri insanı hayret ettiriyor, böylesine bir kurgu mümkün olur muymuş diye…
Bu devirde böyle adamlar mı kaldı kuzum? Bu devirde böylesine seven, böyle bir adam nerede bulunur Allah aşkına? (!)
M.C.’nin söyledikleri de laf yani…