Başımı kaldırdığımda güneşi görememek, gökyüzünün bulutlarla kaplı olması yaramıyor bana sayın okuyucu. Gri havalar pek sevilesi değil. İnsan masmavi gökyüzünü, sapsarı güneşi gördüğü günlerde, içini ısıtan sıcaklığın hiç bitmeyeceğini zannediyor. Böyle havalarda ise kendisine saatlerce yetecek kadar kahveyi alıp kendini doğaya bırakma isteği bünyeyi ele geçiriyor, eşsiz bir yılgınlık hissi ile. Düşünmek istiyor insan sayın okuyucu, düşünmek. Ağaçların gölgesinde aldığın her nefeste, attığın her adımda zihni yakacak kadar düşünmek.
Bir canlı yeşilin üzerine otursa da gri gökyüzü, bana pek yaramıyor. Kendimi bulutların ardındaki güneşi hayal ederek avutuyorum, sıcaklığını içimde hissediyorum. Neyse ki bu hayatta müzik, kahve ve kitaplar var. Yoksa her şey biraz eksik olurdu. Bazen insan adı büyükşehir olup da ufacık olan bir şehirden -bir süreliğine de olsa- gitmek istiyor. Beklemediğin bir anda karşına çıkan tanıdıklarından da… Ne garip; bazısından yüzünü çeviriyorsun, bazısından ise alamıyorsun. Düşünüyor insan bazen, Tezer Özlü’ye kulak veriyor: “Her zaman yabancı insanlar bize tanıdıklarımızdan daha çok sunan, veren kişiler. Öyleyse yaşamımızı neden yalnız yabancılar arasında geçirmiyoruz. Hiçbir beklenti olmadan, hiçbir yük olmadan ya da insanın kendi kendine mutluluk dediği kısa anlardan yoksun. Tüm duyguların en güzeli duygusuzluk: öyle bir duygusuzluk ki, insanın tüm dünyayı ve tüm insanları kucaklayabileceği duygusuzluğun duygusu.”
Bundan yedi ay önce seninle bilim insanlarına seslenmiştik ya hani “bir an önce bulalım şu (h)izsizleşmenin yolunu” diye. Hah işte, bir de duygusuzluğu ekle yanına sayın okuyucu, duygusuzluğun duygusunu. Bir bulursak şu iksiri, inan ki köşe oluruz, hala sözümün arkasındayım bak!
Fakat Allah kahretsin, insan karmaşalarla boğuşuyor sayın okuyucu. Oğuzcuğum Atay’ın da dediği gibi çelişik duyguların altında eziliyor. Soruyor kendine, eksik bir şey mi var diye. Ne cevabı bulabiliyor ne de bu soruyu sorduğunda içinde doğan anlamsızlık hissini törpüleyebiliyor. Diyorum ya, tam bir çelişik duyguların savaşı. Gökyüzü bazen ciğerime doluyor sayın okuyucu. Ve bu ekseriyetle gökyüzünün pek de beyaz olmayan bulutlarla kaplandığı, gri havalara rastlıyor. Şarkılar ne güzel, kolayca anlatabiliyorlar çoğu şeyi. Şarkı söyleyenler ne şanslı, kolayca anlatabiliyorlar çoğu şeyi. Bazen kelimeler o kadar da yeterli olmuyor. Bir sıkkınlık, bir bıkkınlık, bir şükretmeme falan değil bu, yanlış anlama. Öyle bir şey oluyor ki, kelimelerle ifadesi yok. İşte o zaman müziğin sesini birazcık daha yükseltiyorsun sayın okuyucu, sanıyorum ki gökyüzü yavaş yavaş ciğerimize doluyor.
“Çok sıkıldıysan hayattan bir mezarlığa git. Ölüler iyi bilir, yaşamak güzeldir.” demiş Necip Fazıl. Kısa bir süre önce, dünyayı savaşlardan, açlıktan, yoksulluktan ve daha bir dolu musibetten kurtaracak kadar çok (!) çalıştığımız zamanların bir arasında mermerden şehri ziyaret etme şansına eriştim. Şans diyorum, çünkü sessiz taşlar ile konuşabilmek bir şans gerçekten. En basitinden anlamsız çıkarımlar yapmıyorlar mesela. Ağzından çıkanı bambaşka anlayıp da savaşmıyorlar seninle. “Neden geldin? Kimsin?” diye asla sormuyorlar zaten. Sadece sessizlik, bir de yalnızlık. Huzursuzluk değil ama. Okyanus gibi bir yalnızlık. İşte bir şans olan da bu.
İnsan kendisini hiç tanımadığı birisini ebedi uykusunda ziyaret edip de tutmayı çok istediği sözünü yerine getirebilmeyi başarırken, o hüzünlü taşlar ile konuşup dertleşirken bulduğunda asıl mezarlığın kendimize ördüğümüz duvarlar olduğunu anlıyor. Zaman zaman bu farkındalık iyi bir şey, arındırıyor insanı birçok şeyden. Hayattan çok bunalmışken gittiğin bir yerden arınarak ayrılıyorsun; bir de sözünü tutmanın huzuru ile.
Ciğerine dolan gökyüzünün yanına bir de huzur kıvrılıyor.
Karanlık bir gecede, bir bulvarda direksiyonun başında o çok sevdiğin şarkıyı mırıldanırken buluyorsun kendini.