Cuma akşamı. Ofisten el ayak çekilmiş. Fonda usul usul Sezen Aksu’nun yeni albümünün ezgileri tınlıyor kulaklarıma. Belli belirsiz. Yaşarken bir hayli bunaltsa da sonunda geride kalan 2016 yılının sonunda piyasaya çıkan özel üretim kahvelerden (böyle reklam yapıyorum ama bence yalan, elde kalanları yeni ambalaj ile satıyor olabilirler) biri demlenmek üzere, kokusu geliyor burnuma. İnsan gün içerisinde dünyayı kurtardığını zannettiği koltuğunda şöyle biraz kaykılıp da eli kağıt ve kalem ile buluşunca keyfine diyecek olmuyor. Bize bu kadar mutluluk yetiyor aslında. Bir beyaz atımız yok ama çokoprens tadında keyifli adamlarız bence sayın okuyucu.
Çocukluğumuzdan beri kalın kitaplardan korkarız değil mi sayın okuyucu? Okuması zordur, bir türlü bitmez diye hayıflanırız. Ha bazısı gelir, başladığın ile bitirdiğini anlamazsın bile; o da bir gerçek. Ama asıl sıkıntı şu incecik kitaplarda. Hani şu sürekli yanında taşıdığın, ofisinde, çalışma odanda, komidinin üzerinde, sehpanın üzerinde; her türlü köşede seninle beraber yer alabilecek incelikte kitaplar. Kitap ince ama hayret edersin içine nasıl bu kadar cümle, bu kadar duygu sığıyor diye. İnsanın gün içerisinde o mısraları tekrar tekrar okumayı canı çeker mi hiç? Çeker.
Taze demlenmiş bir kahve, usul usul çalan bir şarkı, eh bu mısralardan da bir tutam ile mutlu olmayı başaran biz çokoprens tadında adamlar için fazlası zaten görmeyen birine gökkuşağını anlatmak gibi (Ha belki bir de cama vuran yağmur damlaları ile yağmurdan sonraki toprak kokusu olabilir, hayır demem bak). Genelde çok iyi olduğumuza dem vuran bu adına homo sapiens denen tür, genelde kırmaya, yitirmeye de o en iyilerden başlıyor. Farkına vara vara hayattaki en önemli derslerden birini almaktan geri durduramıyor kendini; üstüne bir de beyaz gömlek giydiğini göre göre içindeki narı dürtüyor. İçinde yanan alevi küle döndürüyor, sana bir yazı ile biz söz nasıl çelişir, onu sorgulatıyor. Ne olursa olsun oyun devam edecek sanıyor; ama hiçbirimiz kestiremiyoruz ki oyun nerede bitiyor hayat nerede başlıyor. İnsanoğlu işte… O değil mi cennette Mevla’ya küsen?
Sebebi de belli aslında bunların sayın okuyucu: biz fazla iyiymişiz ya hani… Çokoprens gibi adamlarız diyorum, inanmıyorsun bana! Bir nevi söyleyecek çok şeyi olup da söyleyecek bir şeyi olmayanlar kulübünün üyeleri.
İnsan kitap sayfalarının arasına gömülmüşken kendini bulduğu yerlerin altını çizermiş. Başka bir beynin hissettiklerini düşünüp de başka bir elin dilinden dökülenleri kağıt ile buluşturduğuna hayret ederek satırların altını çizer, tekrar tekrar okur, kendini bulur. İşte yukarıda bahsettiğim keyfe bir de bir kitabı okurken kaleminin de elinden düş(e)mediği anları ekle sayın okuyucu. Altı çizili satırlardan bir tanesini de buraya koyuyorum: “İnsanlar beni yitirmekten hiç korkmadılar, çünkü onlara göre fazla iyiydim.”
Gün geliyor; dibe çökmüş tortu sandığın hatıralar şişme lastikten oyuncaklara dönüşüyor da dönüp yüzüne bile bakmıyorsun. Bir günün sıradanlığına inat gecenin efsanevi sessizliğine bırakıyorsun kendini, hayatın damarlarından akışına, ufacık keyiflerin yeniden doğuş ile bir olduğuna şahit oluyorsun. Biliyorsun ki, sen ‘var oldukça’ varsın sayın okuyucu.
Buraya bazı cümleler koyuyorum mütemadiyen sayın okuyucu, kahvenin yanına arkadaş olsun diye. Vaktin bazen oluyor, bazen olmuyor; bilirim. Ama dursun burada bu cümleler, lazım oldukça açar okursun. Ha lazım olmazsa da zararı yok, yine de burada dursun. Ne de olsa taze demlenmiş bir kahve, biraz müzik, bir miktar da cümle keyif için yetip de artıyor bizim gibi adamlara. Hem ne olmuş yani beyaz atımız yoksa; keyfimizi de, hayallerimizi de satmadık ya.
Selam sayın okuyucu, ben beyaz atı olmayan çokoprens tadında adamlardan birisi; kahven bitti mi?