Henüz keşfedilmiş kendisine çok benzeyen tatlı gezegenlerden 39 ışık yılı uzaklıktaki şu sevgili dünyamızda gözümle görmeseydim, kulağıma duymasaydım inanmazdım sanırım sayın okuyucu; benden başka birisinin daha ölünce nasılsa uyuyacağız diyerek gün içerisindeki az uykuya rıza gösterdiğini. Üniversite yıllarımdan bugünüme taşıdığım bir alışkanlıktır, koca bir gününün her anını değerli kılayım diye uykunun koynundan geri durmak. Lakin bunun yanında bir sebebi daha var az uykularımın. O da geceleri çöken okyanus gibi sessizliğin bağımlılık yapması.
Pazar sabahı erken uyananlar kulübü üyeliğim de hep bu bağımlılık yüzünden ortaya çıktı. Ne kadar yorucu, yoğun bir haftayı geride bıraksan da, insanlar henüz sıcak yataklarındayken pazar sabahı o sakin yollara koyulup da kendini bir deniz kenarına, bir göl kıyısına, bir ağaç altına attığın anlar yüzünden. Her gidişin aslında huzura doğru yaptığın bir yolculuk sayın okuyucu. Ve her gidiş, her yolculuk, kendi ‘beninin’ bilinmeyenine doğru, bilmek için bir iniş. Okyanus gibi bir sessizlik dedim ya sayın okuyucu; işte öyle bir şey ki, her şeyin, herkesin susup da kendi kalp atışını duyduğun bir sessizlik.
Hüzünlü beyaz taşların başında şöyle bir an da olsa geriye bakıp da değerlendirme yapabilmeyi başardığın anlar da her şeyin, herkesin sustuğu anlardan oluyor. Bazen hala telefonun diğer ucundaymış gibi hissettiğin, bazen ise şu hayatta hiç duymadığın ama bir o kadar yakın hissettiğin bir sesin suskunluğu. O hüzünlü beyaz taşların başında, okyanus gibi sessizliği dinlerken insan, sorguluyor; neden buradaki yeşil, yabansı sessizlik şimdi sana içinde yaşamak zorunda bırakıldığın dünyayı unutturuyor diye.
Canım, ciğerim, kıymetlim, Oğuzcuğum Atay “Ne ölmek nefessiz kalmaktır ne de yaşamak nefes almaktır” der Tutunamayanlar’da. İşte bazen de ne dilinden dökülenler kalbine misafir olanlardır ne de sustukların aslında içinden gelenlerdir. Şu dünyaya sessizlik çöktüğünde, insanın içi bir an olsun ürperdiğinde, söylenen her şey gereksiz, söylenmeyen her şey fazla. İnsanın söyleyecek ne çok şeyi olur o sessizlikte; bir yandan da söyleyeceği hiçbir şeyi olmaz.
Bazen insanın içi kendisinden daha fazla yorgun düşüyor sayın okuyucu. Muhyiddin Şekûr da şöyle diyor: “İnsan kırılıp incinmelerini toplayıp onlardan suskunluk yapıyor.” Bazı an geliyor, insanın okyanus gibi sessizliği, öyle derin bir eylem oluyor ki, Şems’in de dediği gibi en güzel ses oluyor. Duyabilene. Duyanlara.
Pazar günü ufukta göründü yine. Allah ömür verir de görebilirsem pazar sabahını, kendimi yine o okyanus gibi bir sessizliğin koynuna bırakacağım sayın okuyucu. Ama ondan önce ufak bir kahve dükkanının en köşesindeki masasına misafir olurum belki.
“-Ne alırdınız?”
Biraz huzur, biraz da sessizlik alayım. Getirirken dökmeyin, onlar çok değerli diyorum içimden.
“-Sade bir kahve lütfen!”
