Bundan yüz yılı aşkın bir süre önce toplu üretimi gerçekleştirilen Ford Model T günümüzde dahi tarihin en çok satılan üçüncü otomobili konumunu devam ettirmektedir. Ford Model T’nin mucidi Henry Ford “Eğer müşterilerime ne istediklerini sorsaydım daha hızlı bir at derlerdi.” diyerek aslında vizyon genişliğinin ne kadar önemli olduğunu bize yıllar önce anlatıyor. Daha hızlı bir at yerine motorlu bir araç tasarlayarak otomobili icat eden Henry Ford ya da çağdaşlarından bambaşka bir düşünce yapısı ile bir garajda 2014 itibarıyla 1 milyar ürüne ulaşan bir markayı ortaya çıkaran Steve Jobs gibi günümüzde de artık birçok insan inovasyonun öneminin farkında.
Araştırma ve geliştirme faaliyetleri günümüzde giderek kızışan rekabet ortamının olmazsa olmazı haline gelmiş durumda. Tüm dünyanın hızla entegre olmaya başladığı Sanayi 4.0 devriminde bilişim teknolojileri ile sanayi aynı potada eritilmeye çalışılmakta; bu ortaklığın en önemli unsuru olarak ise yürütülen AR-GE çalışmaları görülmektedir. Ancak rekabet her ortamda olduğu gibi ülkelerin AR-GE faaliyetlerine göstermiş oldukları önem ve ayırmış oldukları harcama paylarında da kendisini rahatlıkla gösteriyor.
Sözü fazla uzatmadan çoğunlukla doğruyu söyleyen sayılara bırakalım. En etkin uluslararası kuruluşların başında gelen Dünya Bankası’nın verilerine göre, toplam gelirinin %4,3’ünü AR-GE faaliyetlerine ayıran Güney Kore bu alanda en başarılı ülke olarak karşımıza çıkarken Güney Kore’yi %4,1 ile İsrail ve %3,6 ile Japonya takip etmekte. İlk üç ülkeye şöyle bir göz attığımızda dost meclislerinde yapmış oldukları icatlar ile üretmiş oldukları teknolojik ürünler ile isimlerinden söz ettiren ülkeler olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz. Hiç şüphe yok ki bunun sebebi olarak da AR-GE faaliyetlerine yapılan harcamanın diğer ülkelere kıyasla daha başarılı bir şekilde gerçekleştirilmesi gösterilebilmekte.
Şekil 1: İlk 5 Ülke ve Türkiye’de AR-GE Harcamalarının Toplam Gelir İçerisindeki Payı

AR-GE harcamalarında başarılı ülkelere kıyasla almamız gereken yol bir hayli uzun. Tepedeki ülkelerin ortalaması %3,5-4 civarında seyrederken ülkemiz ancak 2014 yılıyla beraber %1 eşik değerini geçmiş durumda. Evet, belki çetin bir mücadele için gereken silahları henüz kuşanabilmiş değiliz ama geçmişe kıyasla hakkımızı da yememek gerekiyor. 2003’te toplam gelirimizin yalnızca %0,5’i kadar olan AR-GE harcamalarımızın toplam gelirimiz içerisindeki payını geride kalan sürede iki katına çıkarabilmeyi başarmış görünüyoruz. TÜİK’in yayınlamış olduğu bültene göre 2015 yılı itibarıyla AR-GE harcamalarının toplam gelirimiz içerisindeki payı %1,06’ya yükselmiş durumda.
Şekil 2: İlk 3 Ülke ve Türkiye’de AR-GE Harcamalarının Toplam Gelir İçerisindeki Payının 2003-2014 Dönemindeki Seyri

Ancak sadece harcama yapma ile ya da harcamaların toplam gelir içerisindeki payını artırmakla da olmuyor ne yazık ki. Ülkeler artık patent ve marka alanlarında da birbirleriyle çetin bir savaşın içerisine girmiş durumda. Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü’nün 2016 yılı için yayınladığı uluslararası raporda patent konusunda bir hayli geride kaldığımızı –ne yazık ki- ortaya koyuyor. 2016 yılında ABD tam 56 bin 595 adet patent başvurusu yaparken bu sayı ülkemiz için sadece bin 68 düzeyinde. Patent başvurularında en yüksek artışı ise Çin kaydetmiş durumda. Bir yıl içerisinde patent başvuru sayısını %45 oranında artıran Çin’in bu artış hızlı ile iki yıl içerisinde ilk sıradaki ABD’yi geride bırakması bekleniyor (Büyükşahin, 2017).
Dünya yeni bir yol ayrımının daha arifesinde. Sanayi üretimini yüksek teknoloji ile donatan, makineler arası iletişim çağına imkan sağlayan Sanayi 4.0 devriminde aktif aktörlerden birisi olarak yer almak istiyorsak teknolojiyi üretim ağımızda daha etkin bir şekilde kullanmalı ve bunun için de AR-GE faaliyetlerine gereken önemi vermeliyiz. Hepimiz farkındayız ki, Sanayi 4.0’a uyum sağlamayan geleceğin kaybedenlerinden olacak.
Tüm değerli okuyucularımıza huzurlu ve mutlu bir hafta diliyorum.
Bu yazı 24 Mart 2017 tarihinde HaberAnkara‘da yayınlanmıştır.