‘Yazmak adeta bir terapi sayın okuyucu. Ve dünyanın farklı noktalarındaysan eğer, farklı manzaraların tam karşısındaysan kalemini kağıdınla buluşturmak daha keyifli oluyor.’ Hatırlıyorum, Paris’te bir otobüsün en arka koltuğunda otururken yazmaya başladığımda bu cümlelerle başlamıştım söze. İnsanoğlu kuş misali; bugün ise dördüncü kez geldiğim Barcelona’da bir yandan seninle konuşuyor, bir yandan anılarımı tazeliyorum.
Bir deniz düşün mesela sayın okuyucu, dalgalı bir deniz. Gözünü kapatıp hisset; kokusunu, sesini. Denizden getirdiği kumu kıyıya vurup da gözden kayboluyor dalga. Zaman da bir dalgalı denize benziyor. Görünürde uslu gibi dursa da seni alıp götüren, bir anını bir anına benzetmeyen. Ve zaman hızla akıp gidiyor, geriye ‘an’ kalıyor. Anı değerlendirebilenlere, duyanlara, duymayanlara selam olsun.
Bundan üç yıl önce sırt çantamla sokaklarında kaybolduğum şehrin kaldırımlarına tekrar ayak bastığımda düşündüğüm de bu oldu. Geçen onca zamana karşın değerli kılmayı başardığım onca ‘an’; ağır silahlı bir askerin mühimmatı gibi güç oldu bana. Yalnız başıma keşfettiğim cansız sokaklar; mutsuzlukları ve yenilgileri yüzlerinden dökülen canlı insanlardan daha çok hayata bağlanmış geldi.
‘İnsan yalnızlığa alıştı mu kopması pek zordur’ demiş yazar, ‘öyle kalabalık görünen değil, hakikatli bir yalnızlık’ diye de eklemiş. İşte evinden çok uzaklarda, bilmediğin sokaklarda kaybolmak bir zehir gibi, insanın bünyesine bir girdi mi bağımlılık yapıyor. Sana da geride bıraktıklarının üzerine taze ‘an’lar eklemek kalıyor.
Uzun lafın kısası: ole!