Şu hayatta şükretmek için birçok neden var sayın okuyucu. Hayatımızı derinden etkileyen teknolojik icatları düşündükçe “olmasalardı ne yapardık” diye hayıfanıyoruz lakin bir yaz sabahında zihnim ile baş başa kaldığımda VHS kasetlerin en büyük icatların, video çekmeye aşık bir babanın ise en büyük şükür nedenlerin arasında yer aldığına karar kılıyorum. Tarih; mahalle maçlarında mahallemizi gururla temsil eden takımımızın bugünkü Milli Takımdan daha vizyonlu olduğu, saçlarda permalı, ayakkabılarda ışıklı, kot pantolonlarda buz mavili modellerin moda olduğu, futbolcu kartları ile tasoların odada yer bulmak için birbiriyle yarıştığı 90lı yıllarda bir akşam vakti… Fonda “Gir Kanıma” çalıyor, tüplü televizyonda ise kıvırcık saçlı bir adam dans deli deli ediyor.
Hatırlıyorum diyemeyeceğim o günleri ama çok sevdiğim bir filmi tekrar tekrar izler gibi o en büyük teknolojik icatlardan biri olan VHS kasetler ile çocukluğuma çok kez tanık olma şansına eriştim, elinden kamerasını düşürmeyen bir babaya sahip olma şansı ile beraber. Gün batımını niye bu kadar çok sevdiğimi şimdi şimdi anlamamı sağlayan bi deniz kenarındaki gurubu resmeden duvar kağıtlı, küçük salonunun kendisinden daha küçük odalarına açıldığı; şu hayata merhaba dedikten sonra uyuduğum ilk evde, abimin kanal değiştirme görevini henüz uzaktan kumandaya devretmediği zamanlarda televizyondaki o kıvırcık saçlı adam ile beraber çılgınca dans ettiğim akşamları o kasetler olmasaydı hatırlayamazdım.
Şimdi benimle beraber tekrar et sayın okuyucu; vücudumuzu anlamsız bir şekilde salındırıp aşağıdaki dizeyi söylüyoruz:
“Giiiiiiiirrrr kanıma, hani bekarlık sultanlık derdin…”
Zaman geçmiş.
Takvim yaprakları birbirini kovalamış, salonun ortasında yorulmaksızın dans eden o küçük çocuk artık salondaki büfenin içindeki fotoğrafta kalmış. Gündüzleri kavuran Ankara’nın üşüten gecelerinden birinde eve doğru yol alan bir otomobilin sağ koltuğunda oturuyorum. Bu sefer hatırlıyorum, başımı arkaya yaslamışım, neredeyse birbirine kavuşacak yol çizgilerini izliyorum, gözlerim yarım aralı. Radyoda bir ezgi başlıyor ki çok tanıdık; o nasıl güzel giriş tınıları. Biraz ses verip dinlemeye koyuluyorum, huzuruma huzur katarak.
“Gülme sana böyle tutuldum diye, sana bir ömür adadım diye…”
Aradan neredeyse bir yıl geçiyor. Ankara’nın gündüzleri yine kavururken geceleri yine üşütüyor. Bir Temmuz gecesinde, hayatı öğrendiğim kaldırımlardan birinde haber alıyorum, çocukluğumun gerçekten de çok geride kaldığını. Gitmeden önce söylediği gibi biz gelecek planları yaparken hayat da kendi planlarını yapıyor aslında. Meğersem hayat yine kendi planlarını yapmış çoktan da bize sadece tanık olması kalmış.
“Zalim kader, yine ördün ağlarını…”
Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyoruz bu hayatta ama hayat yaptığı planları hiç beklenmeyen anlarda masanın üzerine koyuyor. Asırlardır cevapsız kalan bir sorudur; gitmek mi zordur yoksa kalmak mı diye… Kalmak zordur, yürüdüğün kaldırım bile eskisi gibi değildir. Gitmek zordur, bir geminin güvertesinde kalanlara el sallarken onların giderek küçülmesine, ufacık olmasına şahit olmak kanatır. İşte çocukluğumuz da giderek küçülüyor, ufacık oluyor sayın okuyucu. Ve kaptan da acımasızca “tam yol ileri!” demiş bile…
Düşünüyorum da, ne ara geçtiğini fark edemediğim onca zamanımın her bir bölümünde bir Harun Kolçak şarkısı dilime dolanmış durmuş. Bir insanın son nefesiyle beraber kıyıdan biraz daha uzaklaşınca geriye tek bir kelimeden başka söylenecek bir şey kalmıyor.
Üzgünüm.
Güle güle kıvırcık saçlı deli adam, güle güle çocukluğum…
Toprağın bol, mekanın cennet olsun. Karanlık gecelerin şahidi olsan da seni hep o deri ceketin ve kot pantolonunla ettiğin dans ile hatırlayalım.
Ne diyorduk?
“Giiiiiiiirrrr kanıma, hani bekarlık sultanlık derdin…”