Biz geceleri uyumayan, uyku türlü oyunlarla koynumuza girmeye çalışırken kirpik diplerimizdeki karşı konulamaz (!) ağrıyı bahane edip de sırtımızı dönen adamlarız sayın okuyucu. Ya gecelerin bizimle bir sorunu var ya da bizim gecelerle. Belki de hiçbiri, bilemiyorum Altan. Sadece geceleri seviyorduk; sorgusuz ve sebepsiz. Gündüzün ve insanların karmaşasından çekip çıkarması bile yeterken, senin kahve yanı keyfine birçok kez tanık olan bu satırlara konu olan muhteşem detaylara sahip bir geceyi sevmemek olur mu?
Üzerindeki ağaç kokusunun; saça sinen parfüm kokusu gibi bir türlü gitmek bilmediği saman kağıdından defterimin satırlarını, gökyüzünden daha mavi sözcüklerini dilinden dökmesine vesile olan mürekkebiyle ıslatırken insan, bunca farklılığın yanında bu kadar bireyi bir de aynı gökyüzünün altında bu denli ayıranın ne olduğunu çözmekle uğraşırken buluyor kendini. Nedir insanı aynı gökyüzü altında yaşatmayan sayın okuyucu? Nedir canından ve teninden önce aklını yakan bunca şeyin nedeni? Neden işin aslını astarını bilmeden düşünme yetisinin yalnızca kendisine verilip de onurlandırıldığını zanneden homo sapiens, zamanında kendi taşıdığı yükü başkasının da sırtına yüklemek istiyor da kendi gibi herkesin de zahmet çekmesini istiyor, bencilce?
Bunca sorunun arasında, bir bodrum katında ekşi bir kremayla kaplı düğün pastasının en yakın arkadaşı bir plastik tabaktaki ucuz kuruyemişin içinde nesli çoktan tükenmek üzere olan fıstıklar gibi bir azınlığı temsil etmeye çalışan, denizcilerin tatlı sözlerine kendilerini teslim edip de büyük bir gemiyle çok uzak diyarlara götürülmeye kananlar da var. Hatta öyle ki onlar, karlı, fırtınalı çetin havaların gövdelerine bir büyüem halkası daha ekledikleri ağaçlar kadar güçlü dururken bir o kadar da çok severek aldıkları yepyeni silgilerini hiç düşünmeden ikiye bölüp de yarısını başkasına verecek kadar da naif kalmayı başaranlar. Nam-ı diğer bir beyaz atları olasa da çokoprens tadında adamlar.
Yağmur damlalarının toprakla vuslatından kısa bir süre sonra, derin mi derin bir nefes ile içime çekmenin ömrüme ömür kattığı, imkanım olsa da evdeki tüm boş şişelere dolduracağım o müthiş koku, kalemimin mürekkebinden dökülen sözcüklerimin defterimin satırlarını doldurduğu sırada insanın kendisinden uzaklaşmasına vesile oluyordu sayın okuyucu. Kendisine döneceğini bilirse insan kendinden uzaklaşmak elbette eğlenceli bir şeymiş. İnsan, yağmur damlalarının toprakla buluşmak için birbirleriyle yarıştığı sırada kendisinden uzaklaşıp yine kendisine dönüyordu. Ancak bir detay; döndüğü yer tam olarak da o eski yer olmuyordu.
Güneşin kendisine dönmek için uzaklaştığı gece vakitlerinden birinde huzurun ve sessizliğin keyfini sürmek, aralıksız yağan yağmurun toprakla buluşması, susuzluktan kuruyup kalmış toprağın yağmur suyunu emip de doyması gibi sayın okuyucu. Öylesine keyifli, öylesine derinden, öylesine doyurucu ve öylesine doğal.
Ay ışığı geceyi aydınlatmaya, kuşlar uykularına, yağmur damlaları cama vurmaya, taze demlenmiş kahvemin dumanı tütmeye, odamı aydınlatan mumlarımın ışığı titremeye, duvarımda asılı saatin sayıları birbirine karışmaya ve bir kalem mürekkebini satırlara akıtıp hayata dair detayları dökmeye devam ediyordu.
Biz geceleri uyumayan adamlarız sayın okuyucu. Ya gecelerin bizimle sorunları var ya da bizim gecelerle sorunumuz. Belki de hiçbiri…
Ey yağmur sesi ile sıcak bir kahvenin eşlik ettiği gece; sen muhteşem bir detaysın.