“Şu musluğu tamir etmeliydim” diyerek uyandı, huzursuz düşlerle bezeli uykusundan. Geceden beri yorulmadan tüm odayı çınlatan su damlaları sonunda uykusundan etmeyi de başarmıştı işte. Gözlerini açıp da diktiği tavandan sarkan avize düşerse hemen mi veda ederim bu hayata diye içinden geçirirken odası, hafifçe esen rüzgarın perdeyi aralamasıyla beraber bir anlığına gün ışığı ile doldu. Kaç saattir uyuduğu hakkında hiçbir fikri yoktu ki sadece bir fikre değil saatine uzanacak mecale de sahip değildi. Midesinin gurultusu çalar saatinin sesinin yerini almıştı. Midesi yiyecek bir şeyler isterken kulakları ise hala ısrarla tüm evi çınlatan su damlalarından başka bir sesi duymayı diledi.
Yazar insanların mideleri ile kulaklarının aynı davranışları sergilediğini, ikisinin de tatlı şeyler karşısında genişleyip de daha fazlasını istediğini; ikisinin de doyurulmadığında kötü sonuçlar doğuracağını söylemiş. Yazar doğru söylemiş sayın okuyucu; nasıl ki insan midesini doyuramadığında bunun sonu ölüme gider; doyumsuz bir kulağın sonu da ölüm gibi bir şey olur. Yatağından doğrulmaya çalışırken aynı zamanda da tatlı şeyler ile genişleyip de sonra bir türlü doyuramadığı midesi ile kulaklarına üzüldü.
Zoraki doğrulduğu yatağından cam kenarına doğru hareketlendi, sabahın ilk ışıklarından beri dışarının aydınlığı ile odanın karanlığı arasındaki savaşın komutanı bordo renkli perdesini hafifçe aralayıp masmavi gökyüzünde altın gibi parlayan güneş ile göz göze geldi. Boğazını temizledi, henüz açmayı başaramadığı sesiyle kendi kendine mırıldandı sayın okuyucu: “Şu ömrümde acaba kaç yaz sabahı daha kaldı” diye.
Camın kenarındaki masasının üzerinde dün gecenin kısa bir özeti duruyordu. Her şeyden biraz kalmıştı. Fincanın dibindeki kahve, paketin içerisinde iki sigara, severek yazdığı defterinden de birkaç sayfa… Zihnini zorlasa da bir türlü hatırlayamadığı dün gece kağıda döktüklerini okumaya kalktı lakin çok da katlanamadı buna sayın okuyucu. Ne de olsa en dayanılmaz, en katlanılmaz olan da insanın kendisiyle karşılaşması ya da kendisine katlanmasıymış. Bir ses kaydında, bir görüntüde kendi sesini duyan bir insanın ürpermesi gibi bir şeydi insanın kendisiyle karşılaşması. Ve hatırlayamadığı bir geceden bugüne kalan sözcükler de bu karşılaşmaya dahildi.
Odasındaki dağınıklığa müthiş bir düzen ile karşı koyan buzdolabının kapağını yavaşça kapattıktan sonra usul usul balkona doğru yürüdü, yine ılık bir esinti ile havalanan perdesi ile masasından uçuşan karalamalarını pek de önemsemeden. Yalın ayakları ahşabın serinliğini hissediyor, bu his onun hoşuna gidiyordu. Sandalyesine oturdu; gözleri dar sokağındaki Arnavut kaldırımların üzerinde süzülen, el ele tutuşan çifti izlerken zihnindeki çarklar da dönmeye başladı.
Düşünmeye başladığı sırada zihni ona, ilk buluşmada, ilk kavuşmada, ilk bakışta tatlı görünen ama bunun yanında geri döndürülemeyen değişimlerden bahsetti sayın okuyucu. Bir başladı mı sadece kendinin değil, etraftaki hiçbir şeyin ve hiç kimsenin de eskisi gibi olmadığı değişimlerden… Gözle görülebilenler bir bütünü kaplarken bir de buzdağının suyun altında kalan kısmını anımsatan, gözün görmediği tepkimeleri geçirdi aklından. Basit tepkimelerdi aslında bunlar; herkesin başına gelebilecek; nerede, ne zaman, nasıl olursa olsun normal karşılanabilecek şeyler. Normal ama bir o kadar da başka bir şeyle karşılaştığında ya da kendinden uzak bir yolculuğa çıkıp da geri döndüğünde bir daha hiçbir zaman o “eski kendin” gibi olamayacağın, bünyede kıpırtılar, ufacık patlamalar ortaya çıkaran şeylerdi bunlar. İki tarafın birbiriyle buluştuğu an kendi benliğinden vazgeçip de bir olmayı seçtiği, kendinden vazgeçmenin ortaya tatlı bir şeyler çıkardığı bir değişim…
Kendilerini saran tutku ateşiyle yanmaktan gayet hoşnut görünen çift sokağın sonundan köşeyi dönerken gözlerini elinde tuttuğu bardağa çevirdi. Aklından ilk bakışta tatlı görünen; hem sodanın hem de limonun “eski kendisi” gibi olmaktan seve seve vazgeçtiği, bünyede ufak kıpırtılar, yüzde ise gülümseler ortaya çıkaran baloncukları saymaya kalksa ömründen kaç yaz sabahını daha feda etmeli diye geçirdi.
Bir yaz rüzgarı daha odasının perdesini havalandırmış, masasının üzerindeki kağıtlardan bir kısmını daha yerdeki parke ile buluşturmuştu.