“Korkuyoruz göz göze gelince Hilmi Bey, korkuyoruz” diye sonlandırdı bir cümleye sığan uzun mu uzun konuşmasını. Sanki şu ömründe ciğerlerini dolduracak son bir nefesi kalmış da tüm söyleyemediklerini o son bir cümleye sığdırmaya çalışır gibi sıralamıştı sözcüklerini. Kalan son bir nefesinden sonra artık zincirlerinden, pişmanlığının kelepçelerinden kurtulmak ister gibiydi. Bilirdi; ne de olsa insan söylediklerinden çok söyleyemediklerinden pişmanlık duyardı. Ve pişmanlığın gölgesinde geçecek zaman onun için özgürlüğünü geri alamamak üzere tanımadığı yüzlere ödünç vermek gibiydi.
Güneş, gün boyu o yeri göğü kavuran kendi değilmiş gibi, yaramazlık yapan ama yaptığı an hatasını anlayan bir çocuk gibi önce bir bulutun, sonrasında da bir tepenin ardına saklanıp bugünlük de sahneden çekiliyordu sayın okuyucu. Bir mısra boyu uzaklıktaki suyun sakinliği; güneşi ardına gizleyip de yaramazlığa ortaklık eden bulutları da, gün boyu gölgesindeki misafirlerine serinlik bahşeden ağaçları da, suyun üzerinde gezinen karabatakları da sarmış; her biri gün sonunda dinlenmeye geçen vücudun organları gibi ayrı bir yerde dinlenmeye başlamıştı. Etraftaki sakinlik Hilmi Bey’i de, O’nu da çoktan içine çekmiş; her ikisi de kendilerini hareketsiz duran suya, bulutlara, ağaçlara, karabataklara ayak uydurmak zorunda hisseder gibi öylece duruyordu.
Başını yavaşça soluna çevirdi; uzunca bir süredir hiçbir şey söylemeden, yapmadan öylece duran Hilmi Bey’in sonunda bir hayat belirtisi gösterip de kalbine en yakın yerde taşıdığı sigara paketinden bir tane sigara çıkarışını ve uzunca yıllardır tanısa da kimden olduğunu hala bilmediği hediye çakmağı ile yakışını izledi. Hilmi Bey’in çakmağını kimin hediye ettiği kadar yaktığı sigaranın hayal yıkıntılarına mı yoksa can kırıklarına mı olduğunu kimse bilemezdi sayın okuyucu. Tıpkı bazı anların ıstırabını, ne kadar dibe batıldığını yaşayandan başka kimsenin bilemeyeceği gibi.
Hilmi Bey sigarasından derin bir nefes çekti. İkisi de yeniden sessiz sedasız, öylece durup duran suyu izlemeye koyuldu. Acaba dört tane göz kaç farklı hayali canlandırıyordu zihinlerinde sayın okuyucu? Bazen insan, binlerce cümle kursa da kendini anlatamayacağını ya da kimselerin onu anlayamayacağını bildiği için susmayı tercih eder. Aslında söyleyecek bir dolu şeyi vardır da; söyleyecek bir şeyi yoktur. İşte her ikisi de susmanın su kenarında öylece oturuyordu şimdi; ne kadar konuşsalar da anlaşılamayacaklarından korkarak.
İşte sayın okuyucu, son bir nefesi kalmışçasına, tek bir nefese sığdırdığı sözcüklerinden sonra hem Hilmi Bey’in, hem de bir yaz akşamının sessizliğine bırakmıştı kendini Nurhayat. Şu kalan ömründe acaba kaç yaz akşamında daha sessiz kalmanın kaygısını, susmanın huzurunu yaşayacaktı ki… Bir nefes ödünç alsa kaç yaşanmamışlık daha sığdırabilir, kaç sözcüğü daha söylenmeden tarihe gömerdi; bilmiyordu. Merak etti; acaba sigarasından derince bir nefes alan Hilmi Bey’e bir ömür ödünç verseler, o hangi pişmanlıkları içine doldururdu…
Aslında kendi zihnindekileri görme korkusuyla bakamadı Hilmi Bey’in gözlerine. İkisi de öylece, garip bir sakinlikteki suya bakmaya devam ediyor; söyleyecek bir dolu şeyi olan iki insanın da ağzını bıçak açmıyordu. Nurhayat biraz önce sonmuş gibi harcadığı nefesinin ardından ömründen bir nefes daha ödünç aldı, dudaklarını araladı ve bir öncekinden daha güçsüz bir şekilde mırıldandı:
“Korkuyoruz göz göze gelince Hilmi Bey, korkuyoruz. Ben pencereden bakarken kimseler ölmemişti. Ölüm diye bir şey yoktu ki Hilmi Bey. Var mıydı?”
Hilmi Bey ömründen derin bir nefes daha ödünç aldı; içinin ta içine çektiği sigarasının alevi durgun suya yansıdı.