Saatlerdir yorulmadan satırlarını, kaleminin mürekkebiyle ıslattığı defterinden kafasını kaldırdığında günün ışımaya başladığını fark etti Ergün. Kendisine sıcak bir kahve demleyip de birkaç kelime yazmak için masasının başına geçtiğinde saat gece yarısını henüz vurmuştu. “Mevsimden olsa gerek…” diye düşündü, geceleri zamanın bu kadar hızlı geçmesini buna yordu. Uykusunda duyduğunda içini bir ürperti alan ancak uyanıkken dinlediğinde ise içini uçsuz bucaksız bir huzurun kapladığı sabah namazını dinlemeye koyuldu, çok sevdiği kalemini defterinin arasına usulca koyduktan sonra.
Saatlerdir yazıyordu Ergün, sayın okuyucu; yorulmak, usanmak bilmeksizin. Çevresindeki insanlar sorardı, bu kadar uzun zamandır gün aşırı yazacak şeyi nereden buluyordu diye. Hiç mi yorulmuyor, hiç mi sıkılmıyordu? Bir gün doğumuna karşı yüksekçe bir tepeye ya da bir gün batımında bir su kenarının dibine koşarak giderken hiç mi üşenmiyordu diye hayret ediyorlardı canım insanlar. Ergün’ün ise onlara tek bir cevabı vardı: “Hayatım boyunca yattığım yerden kalkamayacak bile olsam henüz tükenmemeyi başarmış bir kalem ve bir top kağıt ile sayısız günler geçirebilirim.”
Yazar da Ergün’e katılır sayın okuyucu. Der ki; her insan, her ağaç, her yıldız, her liman, her yudum, ölmeyi bile arzulatacak her acı, her feryat, havalara uçuracak her sevinç, her kin, her öpücük… Her biri yazılmayı bekler. Ancak bunlar yazıldığında dünya tamamlanacak ve ardından bu dünya hızla soğumaya başlayacak.
Hala yazılmayı bekleyen insanlar, ağaçlar, yıldızlar, limanlar, yudumlar, acılar, feryatlar, sevinçler, kinler, öpücükler var. Bu yüzdendir ki dünya hızla ısınıyor. Ve bu yüzdendir ki, sayın okuyucu, bir ceviz büyüklüğündeki dünyamız ısındıkça daha hızlı dönüyor.
Ergün’ün gözleri giderek ağırlaşmıştı. Bir yaz sabahının mis gibi çiçek kokusunu taşıyan esintisi balkonunun yarım aralı kapısını sonuna dek açmış; Ergün’ün odasının içine dolmuştu. Derince bir nefes aldı Ergün, uzun uzun apartmanların arasında sıkışmış kalmış bu küçük odasına uzaklardan geldiği her halinden belli olan çiçek kokusunu ciğerlerine doldurdu. Çiçek kokusu ile beraber odasında meşk eden müziğin sesini birazcık daha açtı, Vivaldi’nin 4 Mevsimi’nin “Yaz”ını müjdeliyordu ezgiler. Aynı anda biraz ötedeki yastığı kendine çekip başını koydu ve gözlerini usulca kapattı.
Çok geçmeden bir hışırtı ile uyandı Ergün. Başını ılık bir yaz esintisinin izini bıraktığı yastığından kaldırıp az önce aynı esintinin tatlı bir şekilde ardına kadar araladığı balkon kapısından sokağına baktı. Bir yandan sokağındaki hengameyi anlamaya çalışırken bir yandan da uzunca zamandır kapatmadığı gözlerini ne kadardır kapalı tuttuğunu hatırlamaya çalıştı. Sanki biraz önce dallarında kuşların cıvıldadığı ağaçlar umarsızca yapraklarını döküyor; dökülen yapraklar ise sertçe esen rüzgar ile giderek soğuyan asfaltın üzerinde düzensiz bir şekilde oradan oraya savruluyordu. “Mevsimden olsa gerek…” diye düşündü, zamanın bu kadar hızlı geçmesini buna yordu.
Yemyeşil yapraklar çoktan sararıp dökülmeye başlamış, Ergün’ün gözünü kapatmadan az önce duyduğu yazı müjdeleyen ezgiler yerini aynı eserin “Sonbahar”ına bırakmış; mevsim yazdan hazana geçiş yapmıştı.
Ergün giderek uzayan gecelerde satırlarına neler karalayabileceğini geçirdi zihninden.