Usul usul öten bir kuşun sesi uyandırıyor beni. Alabildiğince mavi bir gökyüzünü yeşil ağaçların birbirleriyle kavuşan dalları kapatmayı denese de pek başarılı olamamışlar belli ki. Yere sereserpe uzanmışım, doğrulmaya çalışıyorum ama ben de gökyüzünün maviliğini kapatmaya çalışan ağaç dalları gibi bu çabamda pek başarılı olamıyorum. Burnuma gelen keskin çam kokusu başımın dayanılmaz derecedeki ağrısını biraz daha tetikliyor. Her nefes alışımda sanki başıma bir balyoz iniyor. Yeni demlenmiş bir kahve olsaydı ağrım hemen dinerdi diye düşünüyorum.
Sadece gözümü kırptım az önce sayın okuyucu, uçsuz bucaksız bir ormanın içinde gökyüzünü izlerken burnuma gelen çam kokusundan şikayet ederken şimdi sanki bir dünya rekoru kırmayı hedeflercesine, olabildiğince fazla insanın sığmaya çalıştığı bir toplu taşım aracının en arka köşesindeki koltukta uyandım. Bir elimde tuttuğum Birhan Keskin’in ‘yürüdüğüm ömrüm değil, keskin bir tuz hikayesi’ dizelerini okurken aklım kucağımdaki Oğuzcuğum Atay’ın Tehlikeli Oyunları’na gidiyor. Albayımın yanıldığını hatırlıyorum; dünyanın yaratılışından beri bilinen şeyleri sanki daha öne hiç tekrarı yaşanmamışçasına iyiye yormaya çalıştığı için köşeye atıldığını da. ‘Yalnız medeniyetin gürültüsü içinde, modası geçen bütün oyunlarla birlikte bir köşeye atıldı; tıpkı sizin gibi, tıpkı benim gibi.’ satırını hatırlıyorum Oğuzcuğum Atay’ın. Yeni bir kitaba başlasaydım durup durup okunmaktan sayfaları aşınmış bu kitabın satırlarını ezbere bilmezdim diye geçiriyorum içimden.
Gözümü kapatıp açıyorum; bir direksiyonun başında, radyoda sevdiğim bir parça çalsa da alnımdaki boncuk boncuk ter damlalarından iyiden iyiye bunaldığımı fark ediyorum. Yerel seçimden bir hayli uzakta bir zamanda, bir belediyenin tembelliğinin en büyük göstergelerinden olan çukurlardan kaçmaya çalışırken en az insanlara iyiyi ve doğruyu anlatmaya çalıştığım kadar yoruluyorum. Lakin sayın okuyucu, ne insanlar doğruyu anlayabiliyor ne de ben bu çukurlardan kaçabiliyorum. Akşam olmak üzere, alacakaranlık zamanları… Üstüne bir de yağmur kendini iyiden iyiye hissettirmiş; görüş mesafesi düşmüş de düşmüş… Bir çukurdan kaçmaya çalışırken diğerine yakalanıyorum. Edip Cansever düşüyor aklıma; onun masasına seslendiği gibi ben de yolumun kulaklarını çınlatıyorum. “Çukur da çukurmuş ha…” Babamın “bak oğlum, şurada da var bir tane çukur, aman kaçırma” diye sitemkar sinirini hatırlıyorum, alnımda milimetrekareye düşen ter damlası sayısı hızla artıyor. Herkes kendi tercihini yaşarmış. Ben de bir yerden sonra bırakıyorum arabamın tekerleklerinin kaç çukurla özlem giderdiğini saymayı. Dikiz aynamdan çukurlardaki küçük su birikintilerinin sıçrayışlarını görüyorum; önemsemediğim kadar az suyun olduğu çukurlardaki… Fark ediyorum ki sayın okuyucu, yeni bir yola girme zamanı çoktan gelmiş.
Gözlerimi bir kez daha kırpıyorum; uzunca bir sokağın köşesinde, vücudumun her bir köşesi ağrır bir halde uyanıyorum. Doğrulmaya yelteniyorum ama ağrılarım baskın geliyor. Uzaklardan bir yerlerden bir fısıltı duyuyorum, içinde yarı yarıya seçebildiğim kelimelerin olduğu bir konuşma bu. Ses çıkarmaya çalışıyorum, duysunlar da yardımıma gelsinler diyorum bu tanımadığım seslerin sahipleri ama sesim de çıkmıyor. Boğazım kupkuru, dudaklarım ise yanıyor. Biraz önce umursamadığım su birikintisine bile muhtacım şu anda.
Bütün bu hengamenin arasında annemin o duru sesini duyuyorum. Tam o anda tüm zorlukların üstesinden gelecek kadar çok güç bünyeme enjekte ediliyor; tüm kaygıları, kavgaları geride kalan yüzlere günün tozlu hallerine bırakıyorum. Yanağımda usulca bir öpücüğü hissederken gözlerimi aralıyorum, annemin o melek yüzünü görüyorum. Dudaklarından birkaç cümle dökülüyor:
“-Hadi oğlum, uyan artık. Bugün senin yeni yaşının, yeni hayatının ilk günü. Seni çok seviyorum.”
Kocaman bir güneş ile apaydınlık oluyor hayatım sayın okuyucu. Yağmur bulutları çok geride kaldı.
Yeni bir yıl başladı.