Yeni demlediği kahvesini en sevdiği bardağına doldurduktan sonra mutfağın ışığını kapattı ve sokak lambasının aydınlattığı küçük salonundan geçerek balkonuna doğru yürüdü. Cihangir’in dar sokaklarında, burun buruna gelmiş insanlar kadar yakın gökyüzüne uzanan binalardan birindeydi Haldun’un evi. Yalınayak çıktığı balkonunda ıslanan ayaklarından anladı, yağmur damlalarının bir süredir süzüldüğünü. Hiç aldırış etmedi; bir yandan taze demlenmiş kahvesinin, bir yandan da imkanı olsa şişeleyeceği yeni ıslanmış toprağın kokusunu içine çekerek yağmur damlalarını dinlemeye koyuldu.
En sevdiğin koku nedir sayın okuyucu? Yaz yağmuruyla ıslanmış toprak kokusu mu? Yoksa o çok sevdiğin yemeğin kokusu? Peki ya kışın ortasındaki nergisin, baharda İstanbul’un gerdanlığı erguvanların ya da yazın rengini veren begonvillerin kokusu? Canım insanlar en sevdiğim kokunun ne olduğunu sorduklarında benim de, tıpkı Ozan Önen gibi, bir parfümün adını vermek yerine cevaben parfüm markası haricinde bir şeyleri sıralamak hoşuma gider.
Çünkü koku hatıraları taşıyandır sayın okuyucu; koku hatırlatandır. Burnuma gelen Vicks kokusu annemin bir saniye bile başımdan ayrılmadığı, ateşten kıvrandığım gecelerin hatırlatanı olurken yeni aldığım bir kitabın sayfalarından burnuma süzülen koku ise çocukken abimin aldığı kitapları gördüğümdeki heyecanı bugünüme taşıyandır. İşte; ne zaman başladığını fark edemediği yağmurun usul usul ıslattığı toprağın kokusunu içine geçtiğinde Haldun, günlüğünün satırlarını dolduracak bir dolu anısını da bugüne çağırmış, yolculukların en güzeline, en manzaralı olana başlamıştı bile.
Yaşadığı günü çoktan ‘dün’ ilan ettiği zamanlarda, bir bozkırın ortasında amaçsızca yürürken etrafındaki ağaçsız sarı denizlerin kokusunu duyduğunu anımsadı; gözlerini birbiriyle öpüşecekmiş gibi konumlanan Cihangir’in apartmanlarının arasından ancak görebildiği denizden ayırmadan. Hızla yaşanıp bitsin, gitsin diye zamanı geçirdiğini, aslında geçirdiği şeyin ömrünün ta kendisi olduğunu fark ettiği günlerde sarı denizlere kafasını sokup da uzayı gördüğünü de hatırlattı o toprak kokusu Haldun’a; zamansız rüyalarının böldüğü uykusundan uyanıp da usulca çöken karanlığıyla ilkbahardaki gökyüzünün parlak renklerini de solduran akşamları da…
Zarif davranmanın zayıflık bilindiği bu dünyaya inat mırıldanarak gezdirdi kalemini, sevdiği defterinin satırlarının üzerinde: Hatırlıyorum ve hatırlayacağım; zarif davrandığımız için zayıf sayılacağımızı ve zayıf olmadığımız için zarif davranacağımızı…
“Bazen en güzel yolculuklarımız, odalarımızda yaptıklarımızdır” der Fransız şair Gautier. Haldun da, bahar yağmurlarının ıslattığı toprağın kokusunu duyumsayarak bozkırın kalbinden şehrin gerdanına varan yolculuğunu, kahvesini yudumladığı süreye sığdırmıştı bile sayın okuyucu.
Daha şimdiden dün ilan ettiği bugünlerinden başlayıp daha bugününden taşıdığı umutlarının var ettiği yarınlarına ulaşan yolculuğu sona erdiğinde, kahvesinden o en acı ama en haz verici son yudumunu alıp bir karahindiba çiçeğine üfler gibi üfledi gecenin suratına.
Üff…