Penceremden içeri süzülen, hem de ışık hızıyla süzülen günün ilk ve en saf ışığı yavaş yavaş dolduruyordu odamı. Sayamadığım kadar fincan kahve içmişim, ağzımda yaşanmışlıklarla beraber biraz da acımsı bir kahve tadı var; son fincanı biraz yakmışım sanırım. Allahtan günün ilk ışıkları hala yanmış kahve kadar acı değil, tüm yalanlara rağmen. Sanıyorum ki damarlarımda kanımla beraber neredeyse aynı oranda kafein dolaşıyor. Kafeinin odamdan içeri süzülen ışık gibi aydınlatıcı, aydınlatırken de düşündürücü bir özelliği var bence. Hem güldürürken düşündürmeyecek ya bir şeyler… Usul usul çalan müziğe eşlik eden çok sevdiğim duvar saatimin her bir saniyede çıkardığı gürültüsünde odam sanki hep o güzel renk sentezi ile aydınlanacak gibi düşünüyordum. Bir saniye sayın okuyucu, düşündüğüm elbette sadece bu değildi.
İlkokula giderken tüm sınıf arkadaşlarım kendi muhitlerinin en iyi matematik hocasıyla saatlerini harcayıp da bir şeyler öğrenirken ben Ataol Behramoğlu’nu dinleyip de yaşadıklarımdan bir şeyler öğrenmeye çalıştım; hala da çabalıyorum. Allah’a şükür, matematik konusunda sıkıntı çekmedim; sonuçta hala tüm konuları sınav gecesine bıraksam da, final sınavının gecesinde uyuyakalsam da okuyom ben ya, doktora yapıyorum bugüne bugün! Ama sanıyorum ki Pavlov’un o meşhur köpeğiyle oyuncu değişikliğine gidip dakika 80 olsa da bir Genç Semih gibi hevesle oyuna girsem daha kolay öğrenirdim; kime yaklaşmam, kime yaklaşmamam; kime değer vermem, kime vermemem gerektiğini. Zil çaldı, salya aktı, dakika 90+ oldu, ben hala öğrenemedim sayın okuyucu.
Ömrü hayatımda her daim kontrol manyağı oldum (ah ne diyorlardı; control freak), sağlamcılığımın omuzlarıma yüklediği çuvalların farkına bazı anlarda varsam da ‘yoruldum, taşımam’ demedim, diyemedim. Oyunun sonunda da yediğim kazıkların birkaç kez sağlamasını almadan duramadım, insanların halihazırda iyi halde konumlanan canları yakmak için ellerinden geleni artlarına koymadan geliştirdikleri parça tesirli yalanların farkına varamadım. Adeta gaz kaçağını çakmakla kontrol etmeye giden Aziz Milletimin bir neferi olarak o çok afili bomba imha kıyafetlerini üzerime geçirmeden yaklaştım insanların parça tesirli yalanlarına, çifte kavrulmuş samimiyetsizliklerine. Üzerinde ‘ateşle yaklaşma’ yazdığını içimdeki kıvılcımların narin cildimde sayamadığım derecede yanıklara neden oluşundan sonra görebildim ancak. Lakin ne Bepanthen kesti beni ne de Silverdin… Çok sevgili aile hekimimden başka bir çözüm rica etmeliyim sanırım sayın okuyucu. Aslında laf aramızda iki gün de istirahat yazsa da kendimi kitap sayfalarının arasında kaybetsem… Üzerine bir de gazeteye ilan vermesem…
Sabahın bu saatinde odam ışık hızıyla aydınlanırken ben İsviçreli bilim adamlarını düşünüyorum sayın okuyucu. Şu bünye insanlara laf anlatmaya dahi üşenirken, onların parça tesirli yalanlarından, samimiyetsizliklerinden yılmış durumdayken dünyanın en huzurlu ülkelerinden birinde yaşayan bir güruhun hiç üşenmeden üç açılı diş fırçası tavsiye etmesi, olur olmaz her şeyi araştırması sinirimi bozuyor. O çok önemli araştırmalarından bir vakit bulup da benim günlüklerim üzerinde mikroskobik değerlendirmeler yapsalar eminim kalem izlerindeki kırgınlıklarımı, kızgınlıklarımı görmeleri de ışık hızı kadar sürede gerçekleşecek. Ama ne mümkün! Onlar varsa yoksa havalimanına yakın oturanların daha göbekli olduğunu, haftada bir kez çikolata yiyen erkeklerde kalp krizi riskinin daha düşük olduğunu değerlendirsinler. Sıra bize gelince yine yenilgiler… Hem de içinde inci gizleyen bir istiridye kabuğu kıvamındaki Antep fıstığı kabuğuna , sıkışmış bir kavanoz kapağına yenilmek gibi yenilgiler… Sanki maçtan önce hakeme para yedirmişsin de ona rağmen evinde şampiyonluk maçını kaybetmek gibi yenilgiler…
Hukukun üstünlüğüne inanıyorum ama hukukun adil olduğuna inanmıyorum sayın okuyucu. O kalın mı kalın, kocaman kitaplarda bir suç işleyen, bir kabahatte bulunan birisi için sayfalar dolusu maddeler yer alırken iyi niyetliler için tek bir kendine yer bulamıyor. Kanunlar iflas bayrağını çekmiş birini bile korumaya alırken biz iyi niyetlileri neden bir kenarda bırakıyor ki? İnsanların yazdıklarının daha mürekkebi kurumamışken göstermiş oldukları samimiyetsizlikler neden her şeyi içine sığdırmayı başaran o kitaplarda ufacık da olsa bir satırda suç olarak tanımlanmıyor?
İnsanoğlunun çok değil, belki bir ışık huzmesi kadar güvenilir olabileceğini düşündüğüm bir dönem daha son buluyordu ve bunda benim günahım yoktu sayın okuyucu. Zaten o konulara da ben bakmıyorum… Bir dönemi daha geride bırakırken yaşadıklarımdan öğrendiğim -en azından öğrendiğimi düşündüğüm- bir şey varsa sayın okuyucu, o da insan olmanın her kalbin harcı olmadığı. İnsan olmak meşakkatli zanaat; bir dolu anıyı, şarkıyı, şiiri, satırı, sayfayı hakkıyla omuzlarında birer çuval gibi taşımaya benziyor. İnsan olmamak için ise tek bir şey yeterli; bütün bunları taşımamak… Bunu yap onu yapma; hepsi bu kadar.
Odama ışık hızıyla dolan günün ilk ışıklarını karşılarken Pavlov’un zili çaldı ve ben fark ettim; meğer bunca zaman boş yere hamallık etmişim bütün bunları taşıyarak.
Zil çaldı, salya aktı, gün ağardı, yük omuzlardan indi, ışık odaya doldu.
10.06.17 | 04:51