“Siyah perdemi de söktüm; bu karanlık da neyin nesi?” diye aklından geçirdi Mümtaz, aslında karanlığın neyin nesi olduğunun gayet bilincinde olarak. Yıllar önce sürdüğü boyasına sadece sigara dumanının değil birçok hatırasının da sindiği duvarında yorulmadan asılı duran takvimine kaçamak bir bakış attı. Takvimler “Eylül ayının yağmurlu pazar akşamı kasvetini” gösteriyordu. Öylesine bir kasvetti ki sayın okuyucu, takvim yaprağının arkasındaki ‘Bunları Biliyor Muydunuz?’ bölümüne bile merak duymuyordu bu akşam Mümtaz. Bu karanlık akşamda mutfağa girip kendine bir hediye vermek geldi aklına. Belki böylece uzunca bir aradan sonra yüzüne bir gülümseme konardı. Üzerine çok sevdiği hırkasını aldı; kapısını yavaşça çekti. Kapı kilidinin dili sanki bir şey hatırlatmaya çalışırcasına mırıldandı.
Yağmur belli belirsiz yağsa da Mümtaz’ın üzerindeki hırka ağırlaşmaya başlamıştı bile. İki arabanın bile zor geçtiği bir sokakta bu kadar çok pazar tezgahının nasıl olur da belli bir düzen ile yerleşebildiğini sorgularken kafasındaki deli sorulara bir tanesini daha eklemenin haklı olup olmadığını bilemediği gururunu yaşıyordu. O sırada pek de hoşnut olmadığı bir erkek ses tonuyla irkildi:
-“Vay, Mümtaz! Ne bu hal oğlum, yataktan yeni mi kalktın?”
-“Sayılır.”
-“Nasıl gidiyor hayat, bayadır göremedim seni?”
-“Her şey iyi gidiyor merak etme.”
-“İyi o zaman sevindim. Hadi bak yağmur indirecek gibi; vallahi sıçana dönersin bu halde. Hadi selametle.”
-“…”
Kendisini zihninde sorduğu sorulardan uzaklaştıran o erkek sesi “Hadi selametle” cümlesiyle beraber uzaklaşırken Mümtaz’ın da fazla yüklemeden patlamak üzere olan zihninde bir soru daha kendisine yer bulmaya çalıştı. Her şeyin iyi gittiğini nereden çıkarıyorsun ki? diye sordu iç sesi; her şey iyi olacak sanıyorduk, olmadı diye de ekledi. Köşe koltuğunda çok sevdiği kitaplarından birindeki altı çizili satırları okurken kendisini rahatsız eden bir sineği kovalar gibi zihnindeki soruları kovalamaya çalıştı. Kafasını yukarıya kaldırdı, gözleri adeta bir cepheden savaş meydanına koşan askerler gibi kendisine gelen yağmur damlalarının arasından gökyüzündeki kara bulutlara erişti. Yağmur bastıracak gibiydi gerçekten de, elini hızlı tutsa iyi olurdu. Kendini pazar tezgahlarının o anlam veremediği düzenine bıraktı.
Üzerindeki giderek ıslanan hırkasının ağırlığına bir de ellerindeki poşetlerin ağırlığı eklenen Mümtaz, yalpalayarak birinci kattaki evine doğru tırmanıyordu merdivenleri sayın okuyucu. Küçüklükten beri en büyük hobilerinden biri olarak keyifle saydığı merdiven basamakları bu sefer sabır çekerken parmaklarının arasında dolaştırdığı tesbih tanelerine benziyordu.
-“5…”
-“6…”
-“7…”
Kulağına bir cıngıl çalındı. Milyonların merakla beklediği bir macera yarışması “Mümtaz: Merdiven Tırmanıcı”nın son tanıtımları yayınlıyordu kanallarda.
-“8…”
-“9…”
-“10…”
Sonunda zirveye ulaşan Mümtaz, ellerindeki poşetleri usulca yere bıraktı, bu cansız varlıkların ellerinde bıraktığı mora çalan izlere bir bakış attı. İşte şimdi bu karanlık ve yağmurlu akşamda, en sevdiği yemekleri yaparak kendini ödüllendirmek, sonra da keyifli bir uykuya doğru yola çıkma vaktiydi.
Lakin Mümtaz’ın kapısının önünde kurduğu hayalleri çok da uzun sürmedi sayın okuyucu. Ne kadar arasa da ne ıslanıp giderek ağırlaşan hırkasının ne de giyilmekten vücut kıvrımlarının şeklini alan eski eşofmanının ceplerinde anahtarını bulamadı.
Söz sırası yine olur olmaz vakitlerde sesini yükselten zihnindeydi. Yaklaşık bir saat önce kapısını örterken kendisine bir şeyler hatırlatmaya çalışır gibi mırıldanan kapı kilidinin dilini anımsadı.
Ah sayın okuyucu; keşke kilidin dili olsaydı da konuşsaydı; tam yuvasına otururken Mümtaz’a hatırlatabilseydi;
-“Hey Mümtaz! O ucuna en sevdiğin anahtarlığın asılı anahtarını almadan nereye gidiyorsun?”