Eski İstanbul apartmanlarının döner merdivenleri ile üçüncü kata tırmanmak nefes nefese bırakmıştı onu sayın okuyucu. Merdivenlerin dikliği bir yana, az sonra şu önünde durduğu kapının ardında kendisini bekleyenleri görecek olmanın heyecanı da kalbinin ritminin daha da hızlanmasına neden oldu. Denizden beri gelen esintinin iyiden iyiye üşüttüğü ellerini ovuşturarak biraz olsun ısıtmak istedi. Ardından da sağ elini cebine sokup anahtarını çıkardı. Tam çıkarmıştı ki, soğuktan hissizleşen elinden kayıp düştü anahtarlar. En sevdiği anahtarlığının kırılmış olma ihtimalini düşünerek bir an telaşlandı lakin kaygısı boşaydı. Ahşap kapıyı araladığında çıkan ses tüm apartman boşluğunda yankılandı.
Kapıyı sonuna kadar araladığında kendisini odanın içini dolduran akşam güneşi ile havada uçuşan toz parçacıkları karşıladı. Başka birisi olsa bu özensiz karşılamanın ardından arkasını dönüp giderdi ancak kalbinin ta içine tanıdık bir yerlerde olmanın huzuru yerleşmişti bile. Ne de uzun zaman olmuş diye geçirdi içinden. Şu yavaşça örttüğü ahşap kapının bile kendisine çok uzun zamandır tanıdığı bir dostun huzurunu hissettirmesine bir kez daha şaşırdı. Ama şaşırmaya gerek yoktu ki sayın okuyucu; ne de olsa Zweig’ın da dediği gibi, insan bir yere ait olduğunu bilirse o yer ile ortak yanlarını daha rahat hisseder. Yabancı bir yerde ise bunlardan daha çok yalnızlığını hisseder. İşte sayın okuyucu, Metin de çok uzun zamandır, tanıdık yerlerden çok uzaklarda yalnızlığının hissiyle baş başa geçirmişti günlerini.
Adımlarını yavaşça birbiri ardına sıraladı Metin, küçük bir antrenin ardından gelen salona girerken. Etrafına şöyle bir göz attı. Duvarda asılı tabloyu satın alırken bir çocuk gibi sevindiği geldi aklına. Yürümeye devam etti. Sehpanın üzerinde düzensiz bir düzen içerisinde öylece duran beyaz kağıtlara ilişti gözü. Üzerinde hatırladığı, hatırlamadığı onlarca satırın; bu satırların yanında yüzlerce yaşanmışlığının olduğu beyaz kağıtlara… Zihni yine çalışmaya başladı Metin’in. Tozlu sehpanın üzerini kaplayacak kadar çok olan bu beyaz kağıtların bir bu kadarını da bir tavan arasında gizli gizli yaktığını hatırladı bu sefer de.
Metin yılların yorgunluğunu üzerinde taşıyan antika koltuğuna kurulmadan önce, hala çalışıp çalışmadığından emin olamadığı pikabına doğru yaklaştı ve kat ettiği uzun yolda planladığı gibi en sevdiği plaklarından birini özenle yerleştirdi. Plak ilk ezgilerini mırıldanmaya başladığında Metin çoktan koltuktaki yerini almış, başını geriye yaslamış ve düşünmeye başlamıştı bile. “Şu şarkıların hissettirdiklerini aynen dökebilmeliyim satırlarıma, bunun bir yolu olmalı” diye geçirdi içinden, dünya yaklaşık dört dakikalığına bambaşka bir yer haline gelirken… Metin gözlerini usulca kapattı.
Metin gözünü açtığında plak dönmeyi, akşam güneşi de odayı aydınlatmayı çoktan bırakmış; akşamın huzurunu ve sakinliğini gecenin karanlığı almıştı. El yordamı ile önce yanındaki sehpaya ulaştı, sonra da henüz uzaklara gitmediği zamanlarda her daim yanı başındaki sehpada bulundurduğu muma. Kibriti ateşleyip mumu yaktığında tüm parlaklığı ile onu bildik bir dost bekliyordu.
O çok sevdiği anahtarlığın bir eşi, mum ışığıyla aydınlanmış odada Metin’in gözlerinin içine bakmayı başarabiliyordu. İçi huzurla doldu Metin’in; ne de olsa insan bir şeye ait olduğunu bilirse o şeyle ortak yanlarını hissederdi.