geç.

Bahar kokan sabahlardan biriydi sayın okuyucu. Ne kadar olduğunu hatırlamadığı bir zamandan beri hayatın koşturmacasına kendini kaptıran Tamer bu sabah da aynanın karşısında tıraş olurken dün yetiştiremediği işini, geçen ay ödeyemediği borcunu, bir süredir bitiremediği kitabını düşünüyordu. Dışarı çıkıp mavi gökyüzünü koklayıp içi açıldığında ise kulağına biraz uzakta misket oynayan çocukların sesi çalındı. Tercihli bir işe geç kalış yaşamayı amaçlayan kararlı adımları çocuklara çoktan yönelmişti bile.

Tamer uzun zamandan beri gerçek hayatın başlamak üzere olduğunu geçiriyordu içinden. Her zaman yolunun üzerinde bir engel, öncelikle erişilmesi gereken bir şey, bitmemiş bir iş, hizmet edilecek zaman ve ödenecek bir borç oldu. Biliyordu, bütün bunları hallettikten sonra hayat başlayacaktı. Bahar kokan güneşli bir sabahta işe geç kalmayı tercih eden adımları çocuklara yönelirken anladı ki; bu engeller bir oyundan ibaret olan hayatın ta kendisiydi. Zamanını oyunlar oynayarak geçiren çocuklar onca zamandır yanılmış olamazdı. Bir süredir elindeki kitapta altını kalınca çizdiği satırlardan birinde yazarın da dediği gibi oyun oynamaktan hiç vazgeçmemeliydi insan çünkü oyun kurtuluşa giden yoldu. İnsanlar yaşadığını zannettiği ömürlerinde, ölümü düşünürken oyun oynamaktan kaçarak alıp verdiği her nefesinde aslında biraz daha ölüyordu.

Evden apar topar çıkıp da yine de işe geç kaldığı günlerini aklından geçirdi Tamer. Ya da müdürünün bir dolu işi aynı anda verip yetişmesini istediğinde, aslında hiçbirinin zamanında yetişmeyeceğinden bihaber oluşunu… İnsanın hep acele edip de hep geç kalması ve her şeye yetişeceğim derken hiçbir şeye yetişememesi ne tuhaf değil mi sayın okuyucu? Üstüne bir de hayatın, kuş tüyü yastığının narinliğinin, vapurda Boğaz’ı geçerken rüzgarın yüzüne misafir oluşunun, martılara simit atarken onlarla sohbet etmenin keyfinin ya da bir çiçekçide çiçekleri koklarken aldığın hazzın farkında olmadan; her şeye yetişmeye çalışıp da hiçbir şeye yetişemeyenlerle dolu olması… Ne tuhaf…

Halbuki bu dünyada sevilecek ne çok şey var. Bir sırt çantası, bir de defalarca katlanmaktan yıpranmış bir harita ile sokaklarında kaybolacağın ne çok şehir; izlerken kendi hatıranlarınla özdeşleştireceğin, bazı sahnelerine dalıp gideceğin ne çok film; satırlarının altını çizmekten kanatacağın, bir süre sayfalarındaki o eşsiz kokuyla besleneceğin ne çok kitap; her birinden bir şey öğreneceğin ne çok insan ve anlatacağın ne çok hikaye var sayın okuyucu. Hiçbirine geç kaldığın düşünmeden hepsini inatla canın çekmeli.

Tüm gününü hayatı öğrendiği şehrin sokaklarını arşınlayarak geçiren Tamer’in günün sonunda tek bir derdi vardı: güneşi nerede batırsam! Yüksekçe bir yerden şehrindeki sınırlı su birikintilerinden birini gören bir ağacın altını kendine mesken belleyen Tamer, kaldırımlardan öylece yürüyüp giden dertlilerin arasında böyle bir derdi olduğu için kendini şanslı hissediyordu.

‘Bir mucize olsun’ diye beklemeye hiç gerek yoktu. Aldığımız her nefes bir tutam yaşamak ve verdiğimiz her nefes bir tutam ölmek demekti ve gökyüzünün mavisine de, çayın kırmızısına da, kahvenin kokusuna da geç kalmadan nefes alıp verdiğimiz her bir an mucizenin ta kendisiydi.

Güneş, tepelerin ardından yavaşça kaybolurken Tamer elindeki kağıda ‘bir mucize oldu’ yazmıştı bile.


 

gec

 

*Sayın Okuyucuya Not: Öyküdeki italik kısımlar Ozan Özen’in ‘Babam Beni Şahdamarımdan Öptü’sünden…

 

Reklam

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s