Kendini yine bir kitabın satırlarının altını, kanatırcasına çizerken buldu Fahir. O da ençok güzel bahaneleri uydurabilenleri seviyordu şu hayatta. Diyelim ki aniden ve yeniden, en temiz yerden sevmeye başlamak için bahane uydurabilenleri*, ayağına bulaşan çamuru pek fazla önemsemeyip de yeni ıslanan toprağın kokusunu duymayı başarabilenleri, çıkmaz sokağın ardında denizi duyumsayabilenleri seviyordu. Oturduğu yerde başını kaldırınca gökyüzünde bir bahane bulup da asılı duran yıldızlara görünmez bir merdivenle ulaşabileceğini düşünenleri seviyordu.
Sabahattin Ali’nin kendimi kaybettiğim satırlarında adına hayat dediğimiz bu yolculuğun daha iki adım ilerisini bile görmeyi başaramadığımız sisli ve yalpalı bir deniz olduğu; kendimizi tesadüflerin bir oyuncağı haline bıraktıktan sonra sahip olduğumuz iradenin bir şeye yaramadığı yazar. Bulut yumakları çözülüp de gökyüzünden bir naylon ip gibi süzülen yağmurun saçlarını ıslatıp da alnına düşürdüğü Fahir de kullanamadıktan sonra göğsünü dolduran hisler ve kafasında kımıldayan düşüncelerin neden var olacağını, bütün bunları kendisine neden yük etmek zorunda olduğunu düşünüyordu.
Ben de Fahir gibi en çok güzel bahaneler uyduranları sevdim sayın okuyucu. İnsan yağmura aldırış etmeksizin yürüyenler partisine oy verirken bozuk kaldırım taşlarının altında gizlenen su birikintileriyle yıkandığında da*; şehrin iş çıkışı trafiği yüzünden gideceği yere geç kalmasına rağmen bir de radyoda en sevdiği şarkıyı dinlemeden arabadan inemediğinde de; çok fazla akrabaya sahip olmadığı için sevinirken elinde en sevdiği kitaplardan birini gördüğünde karşısındakini en yakın akrabasından daha yakın hissettiğinde de; kaldırım taşlarının altındaki kumsalın* farkına varıyor; kumsalın beton yığınlarının kalbine taşıdığı deniz kokusunu içine çekiyor. İnsan kendine güzel bahaneler uyduruyor işte; güzel olan her şeyde olduğu gibi iş bahane bulmaya geldiğinde de huyundan vazgeçemiyor.
Hiç yaşlanmayacakmış gibi yaşayıp hiç keyif alamayacakmış gibi zorlandığımız, bir yerlere yetişmeye çalışırken sıraladığımız adımlardan birincisini, ikincisini atıp üçüncüsünü atabileceğimizden emin olamadığımız hayatta başımızı yere gömüp bozuk kaldırım taşlarından kurtaramadığımız sürece, içimizin ta içindeki o güzel bahaneler bulma konusunda eline kimsenin su dökemeyeceği hayali kahramanımızı da giderek küstürüyoruz aslında.
Merak ediyorum sayın okuyucu, bunca insan hayatın tüm güzelliklerini inkar edip de bir dakikalığına bile olsa kafasını bozuk kaldırımlardan yukarı kaldırıp** da masmavi gökyüzünü süsleyen pamuk bulutları izlemediği için mi bu kadar mutsuz? Bir dakikalığına da olsa başını yukarı kaldırmak için bu kadar mı yorgun?
“Fahir’i yağmurun altında unuttuk” dediğini duyar gibiyim. Ama hayıflanmaya hiç gerek yok, o halinden gayet memnun. Fahir çoktan kendine ait bir odanın hürriyetinin olmazsa olmazı olduğunu hatırlayıp kahvesinin tadına vardı; kendine güzel bir bahane bulup başını gökyüzüne kaldırdı ve oturduğu o ıssız park kendisi için bir evren oldu.
Fahir çoktan kendisine güzel bir bahane uydurdu.