Yolum bir süredir bu taraflara düşmedi, düşemedi sayın okuyucu. Harita üzerinde abimin gençliğinin baharının, öğrencilik zamanlarının ev sahibi güzide şehrimizden bir çizgi çizsem, o çizdiğim çizginin sağına, o çok sevdiğim vatanımın doğusuna geçmemiştim hiç. Gerçekleşmeyi bekleyen 192816 hayalim daha bir kenarda dursun; lakin senden uzaklardayken birkaç hayalimi daha gerçekleştirmekle meşguldüm sayın okuyucu. Tekrar merhaba.
Günümüzdeki birliktelikler (birliktelikler denebiliyor onlara ancak) eski Türk filmlerinde gördüklerimizden pek uzak olsa da bazı otobüs terminalleri hala o filmlerden kopup gelmiş gibi duruyor bazı yerlerde. Arabamızın umarsızca bastığımız gaz pedalı yüzünden egzozdan çıkan duman, göbeğimizi 22, ayak uçlarımızı 26 derece yapabilmek için evimizin umarsızca kullandığımız kliması sayesinde en büyük destekçisi olmak için birbirimizle yarıştığımız küresel ısınma yüzünden direkt geçiş yaptığımızı düşündüğüm yaz mevsiminin sıcak günlerinden birinde, otobüsten indiğim anda burnuma gelen kokuyla anladım; karasal iklimin ta ortasına geldiğimi. Doğa her türlü rengini, her türlü sesi ve kokusuyla beraber harmanlıyor ve bünyeme sunuyordu; daha ilk saniyeden. İçimdeki heyecanımı dindirmeye çalışırken Kristof Kolomb geldi aklıma birden nedensizce. “Eminim o da Yeni Dünya’yı keşfederken böyle bir heyecan duymuştur” diye geçirdim içimden.
Şu hayatta en sevdiğim şeylerden biri olan evden apar topar çıkıp da yola koyulmanın en güzel taraflarından birisi de vücut eksenini bozmadan taşıyabileceğin ağırlıktaki çantan sayın okuyucu. Aylar öncesinden planlanıp da hakkında türlü planlar yapılan o geziler, daha havalimanında giderek ağırlaşan valizler yüzünden eziyete dönüşebiliyor. Ama şu anda konumuz bu değil. Elimde evdekilerle en ateşli kavgalardan birini etmişim de evi terk etmişim gibi tek bir küçük çantayla bilmediğim sokaklarda kaybolurken aldığım keyfi ölçen bir alet sanıyorum ki yakın geleceğin en büyük icatlarından birisi olur. Aslında daha önce de bu heyecanı duyumsadığımı hatırlıyorum. Ama bu sefer farklıydı, bu sefer kendi vatanımın bilmediğim kültürlerini keşfediyordum her bir adımında.
Açlık durumumu düşündüm, kendime güzel bir yemek ısmarlamak ve bunu da boş bir mideye hediye etmek istediğim için yemek aşamasını biraz erteledim. “Şöyle güzel bir nargile tüttüreyim de dumanın tadını çıkarayım” diye düşünmüştüm ki köşe başını döndüğüm anda beni bir kahvehane karşıladı. Eski filmlerden günümüze taşınan sadece otobüs terminalleri değilmiş sayın okuyucu; alçak iskemlelere kurulmuş kelli felli amcaların bacak bacak üstüne atıp da nargilelerinin fokurtularını birbirleriyle yarıştırdığı o köy kahveleri de hala yaşıyormuş bu topraklarda. Yüzümdeki gülümseme yıllar önce bir haftalık hastane ziyaretimden sonra babamın bana atari aldığı andaki gülümsemeye çok yakındı. Adımlarımı sıklaştırdım, uygun adım kahveye doğru yol aldım. Marş marş!
Oturalı henüz on dakika olmuştu ama ben uzun yıllarımı bu topraklarda geçirmiş kadar huzurlu ve keyifli kurulmuştum iskemleme. O haritada çizdiğim çizginin sağı yeni bir dünyanın ta kendisiymiş aslında. Doğu, zamanın yavaş aktığı yer. Yürüyen merdivende bile koşan ve hiçbir yere vaktinde yetişemeyen Batılıların aksine bol bol zamanı var bu toprakların insanlarının. Söğüt gölgesinde yatan, nargilenin dumanında hayaller büyüten insanların dünyası burası sayın okuyucu. Kendimi fokurtuların beşiğinde dönen keyifli sohbetlere; saçları yorgunluktan mı yoksa yaşanmışlıklardan mı bilinmez, kar taneleri kadar ak olan bir amcanın anlattığı hikayeye bıraktım:
“Vakti zamanında bir Hint diyarında bir ana ile iki oğlu yaşarmış. Okula giden bu iki oğul yaşıtlarından çok çok zeki ve öndelermiş. Öğretmenleri çocukların sorulan tüm soruları bildiğinden şikayet eder, bu iki çocuğa yetemediklerini söylermiş. Anneleri öğretmenlere ne yapması gerektiğini sorduğundaysa çocukların karşı dağda yaşayan ve her şeyi bilen bir bilgenin elinde eğitim görmesinin faydalı olabileceği cevabını almış. Zaten çoktan beridir okuldan sıkılan çocuklarını karşı dağdaki bilgenin himayesine vermiş anne. Zaman içerisinde çocukların sorduğu tüm soruları bilmiş Bilge. Bu durumdan sıkılan çocuklar Bilge’yi alt edebilmek için bir oyun hazırlamış. Oyuna göre çocuklar ellerinde tuttukları kelebeğin diri ya da ölü olduğunu soracak; Bilge’nin verdiği cevaba göre ise hamle yapacaklarmış. Bilge eğer ‘kelebek diri’ derse kelebeği öldürecekler; ‘kelebek ölü’ derse kelebeğe hiçbir şey yapmayarak hayatta kalmasını sağlayacaklarmış.
Zaferlerinden emin bir şekilde ellerindeki kelebekle Bilge’ye giden çocuklar cevabını merakla bekledikleri o soruyu sormuşlar:
“-Ey Bilge sorarız sana! Elimizdeki kelebek ölü mü diri mi?”
Bilge kendinden emin bir şekilde cevaplamış:
“-Senin elinde evladım, senin elinde. O kelebeği öldürmek de yaşatmak da senin elinde.”**
…
Misafiri olduğum kahvenin müdavimi olduğunu düşündüğüm amca hikayesini bitirdiğinde kimse konuşmadı. Nargilemden derin bir nefes aldım, fokurtusunu kulaklarıma misafir ederek.
Bir kez daha fark ettim ki sayın okuyucu, hayatın güzelliklerini keşfetmek benim elimde.