yeni kıta.

Bir yerde okumuştum sayın okuyucu; istasyonlar düğünlerden daha içten gülümsemelere, hastaneler mezarlıklardan daha içten dualara ev sahipliği yapar diyordu sözde. Bundan on yıl önce hiç olmadık bir zamanda gelen cesaretimin ürünü olarak yeni kıtayı keşfe gitmeye karar verdiğimde, artık köprüden önceki son çıkış olan Dış Hatlar Gidiş Terminalinde bir köşeye oturup da etrafı izlememle başladı; yolu otogarlardan, havaalanlarından gelip geçen insanların başrolde oynadığı filmleri izleme huyum.

Tam tamına on yıl olmuş, ayak basılmamış cesaretlerle, limanına uğranmamış hayallerle, kuytulara gizlenmiş korkularla ve farkına varılmamış mutluluklarla* bezeli yeni kıta keşfime çıkalı.

Henüz birkaç ay önce, yaşıtlarımın haftalık harçlıkları için yaptıkları konuşmaların bir benzerine “ben ABD’ye gitmek istiyorum” diye cümleye başlayarak yapmıştım babamla. Aklının hayalinin dahi almadığı topraklara erişebilmek için engin engin suları aşmak gerektiği bir yolculuk için ayak basılmamış cesaretlere ihtiyaç olurdu zaten. Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi “Hayatımın en mutlu günüymüş, bilmiyordum” cümlesiyle açılır. Onlar basamağındaki sayının henüz 1 olduğu yaşlarımdayken sahip olduğum bu cesaret, hayatımı değiştirecek o yol ayrımlarının en önemlilerinden birisiymiş; bilmiyordum.

Takvim yaprakları peşi sıra yırtılıp da yolculuk vakti geldiğinde bünyemi daha önce limanına uğranmamış hayaller sarmaya başlamıştı. Nasıl bir yer acaba, çalışacağım işte başarılı olabilecek miyim, gezerken keyif alabilecek miyim soruları bir yana dursun; ellerimi bağlayıp da başımın arkasına alıp yatağıma uzandığımda gözümün önüne gelen tüm hayalleri gerçekleştirebilmenin mutluluğuna da yaklaşıyordum giderek; aynı takvim yaprakları yırtılmaya devam ederken. Sahip olduğum sayısız hayalin birçoğunun üzerine çizik atmanın verdiği haz, en az bitter çikolatadan aldığım haz kadar büyüktü sayın okuyucu.

Okurken dahi mutluluk veren hisler vardı da hiç mi korku yoktu diye sorduğunu duyar gibiyim. Olmaz olur mu; hem de en dik alası vardı! Uçuş vaktine birkaç saat kala gidiş terminalinde bir köşede, telefonumu şarj edebilmek için bir prizin yanına kıvrılıp da adeta bir kedi gibi içime çekildiğim anları da, en az hayallerimi gerçekleştirirken aldığım hazlar kadar iyi hatırlıyorum. Ya da o uzunca zamandır hayalini kurduğum yeni kıtaya adımımı attığım ilk zamanlarda korkudan bavulumun tamamını boşaltamadığım anları… İnsan en çok yalnızken kendisi olurmuş ya hani; korkuları da çoğunlukla kuytulara gizlenmişken bulurmuş insanı.

Ve aradan onca zaman geçtikten sonra arkana dönüp bakınca kocaman bir “iyi ki!” ile süslediğin farkına varılmamış mutluluklar. Her bir fotoğraf karesine gizli bir dolu hikâyeyi de beraberimde getirdiğim o uzun yolculuğun sonunda aileme, sevdiklerime kavuşabilmenin keyfiyle edindiğim bir dolu tecrübeyle dönüştüğüm yeni “ben”in mutluluğunu bir arada kavurup da ortaya parmakları yediren bir yemek çıkarabilmek. Daha önce ayak basmadığım cesaret noktalarını keşfedebilmenin, savaş meydanında askerlerinin muzaffer oluşunu izleyen bir komutanın aldığı kadar haz verdiğini aradan geçen on yılda hatırıma getirdiğim her anda tekrar tekrar yaşamak.

Bundan tam on yıl önce yeni kıtaya merhaba demiştim. Her insan kendi içinin seyyahı aslında sayın okuyucu. Kat ettiği kilometreler bir yana dursun, insanın kendi benliğine yaptığı yolculukların, yolculukların sonunda kendini daha iyi tanıyabilmesinin anlamı çok daha büyük.


yenikıta.png

*Masa Dergisi’nin Mayıs sayısında, Funda Acar’ın önsözünden.
Reklam

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s