ah.

Otobüsten adımını attığında ilk gözüne çarpan dört beş tane dökük yazıhaneli, eski Türk filmlerinden günümüze taşınan o küçük otobüs terminaliydi Halil’in. Küçük bir çantayla çıktığı yolda kaç saati, kaç yüz kilometreyi arkasında bıraktığını düşünmeden, bilmediği yerlere ulaşmıştı sonunda.

Duyduklarını, gördüklerini; tüm olanları yorumlayabilmek için sadece yaşadığı yerden değil, kendisinden de uzaklaşmak zorunda olduğunu bilerek… Hakkında konuşmak istediği şeyin dışında durmak kaçınılmaz bir zorunluluk sayın okuyucu. Bir nevi yabancılaşma yani… Yabancılaştıkça anlar insan, yabancılaşabildikçe kavrar insan; uzaklaştıkça, mesafe koydukça, garipleştikçe…

Daha önce de söyledim ya sana; buralar zamanın yavaş aktığı, yürüyen merdivende bile koşan ve hiçbir yere vaktinde yetişemeyen Batılıların aksine bol bol zamanı olan, Söğüt gölgesinde yatan, nargilenin dumanında hayaller büyüten insanların toprakları.  Şimdi kendinden uzaklaşıp da gurbeti yaşamanın; kavramanın, anlamlandırmanın zamanıydı Halil için.

İnsanın başı, kendi türünün üyeleriyle; yani insanlarla belada. Tıpkı Dostoyevksi’nin de dediği gibi insana saygısını korumak için insanlardan uzak duruyor insan. Kimsenin kimseyi üzmediği, kimsenin kimsenin canını yakmadığı; zor bulunan güzel anların hoyratça harcanmadığı günlerin hafifliği artık uzakta kaldı. Öyle ki insan, elinde bir tutam çiçekle var olmayı istediği bir anda yaşadıklarından, mutfak robotunun içerisinde bin bir parçaya dönüşen sebzelerin çaresizliğini anlar oldu.

İnsanın incecik bir kağıdı tutarken gösterdiği özenle yaklaştığı insanlar elinde yağlı urgan ile bir cellat gibi ortalıkta geziyor sayın okuyucu. Mucizelerin peşinde koşarken ömrünü tüketen insan, asıl mucizenin içinde kök salmış kötülükleri yok etmekle gerçekleşeceğini bir türlü anlayamıyor. Bazen anlıyor, çok geç oluyor. Oysa insan bu kadar hoyrat olmasa, dünyanın bütün canlılara yetebileceğini görse, doğanın dengelerini alt üst etmese, yani böylesine hırslarıyla hareket etmese mucizeye de ihtiyacı kalmayacak. Ah bir bilse…

***

Bilmediği topraklarda, kahvenin hiç de aşina olmadığı tadıyla tanışan Halil elinin satırlarını doldurduğu kağıtları birbiri ardına çevirirken her bir çiziğiyle dünyaya bir iz bıraktı. Yazılan hiçbir şey kaybolmuyor sayın okuyucu; bu dünyaya atılan her çizik bir zerrecik de olsa iz bırakıyor. 

Ne aradığını bilmeden; sadece postalamayacağı bir mektubu yazmanın büyüsüne kapılan Halil’in kaleminden tek bir soru dökülmüştü kağıdının sonuna: Bunca can yangısı, bunca ‘ah’ nereye gider bu gök kubbede?

Halil hatırladı: sadece çocuklar ne aradığını bilir demişti Küçük Prens.


ah.png

 

 

*Bu güzel alıntılar Ot Dergisi’nin 62. sayısından…

 

Reklam

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s