İnsan ekseriyetle bir hengamenin içinde savrulup da anı yaşamaya vakit bulamıyor sayın okuyucu. Evinin kapısını çekerken zihnini kurcalayan onlarca düşünce yüzünden kavanozun ağzını kapatıp kapatmadığını hatırlayamayacak kadar dalgın oluyor. Hızlı hızlı arşınladığı sokaklarda yanından geçip giden insanların yüzüne bakmadan geçiriyor günlerini.
Kalabalık duraklarda otobüs beklerken, işe yetişmek için yakalamak zorunda olduğu o vapura son anda adımını attıktan sonra zoraki bulduğu cam kenarı bir yerde başını cama yaslayıp da suyun köpürtülerine dalmışken, yeri geldiğinde ailesinden daha çok vakit geçirdiği iş arkadaşları hakkında aslında pek de bir şey bilmezken hep bir şeyi bekliyor oluyor: haftasonunu, maaş gününü, sipariş verdiği ayakkabının geleceği günü, yıllık iznini, doğum gününü, yılbaşı akşamı arkadaşlarıyla bir araya geleceğini…
Demem o ki sayın okuyucu, insan muntazaman bir yerlere, bir şeylere yetişmeye çalışırken harcıyor ‘an’ı. İnsan, kendisine armağan edilen bir günü bir saniye bile gökyüzüne bakmadan geçirebiliyor, her yeni gün aynı hengameyle , kendi hikayesini tekrar edip duruyor. Kendisinden başka kimsenin okumadığı hikayeleri, kendisinden başka herkesin gördüğü defterlere yazıyor; aynı hikayeleri farklı sayfalara işleyip duruyor. Onca önemli (!) işinin arasında yanından geçip giden insanların yüzüne bakmadan, bir martıya simit atmadan, bir köpeğin başını okşamadan, bir bebeğe gülücük atmadan, kavanozun kapağını kapattığını, ütüyü fişten çektiğini hatırlayamadan geçiriyor günlerini.
Teknoloji, çağımızda bir dolu derde çare buluyor da bir tanesine bir türlü çözüm üretemiyor: Bir saniye sonrasına erişileceğinin garantisi olmayan bir hayatta bir saat sonrasını, bir gün sonrasını, bir hafta sonrasını, bir ay sonrasını planlamanın telaşıyla sahip olduğu anı yaşayamamak.
Ataol Behramoğlu “Hayat, sunulmuş bir armağandır insana.” der, Nazım Hikmet de “Böylesine sevilecek bu dünya, ‘yaşadım’ diyebilmen için…” diye ekler. Belki de bütün bu hengameye, dalgınlığa bir “Dur!” diyip de belki bir sabah gözünü açtığında, içini ürperten serin bir esintinin yanağını okşamasına; gökyüzünün, mavinin elli tonunu senin huzuruna sunmasına şahitlik etmek gerekiyor sayın okuyucu.
Belki de bir anlığına durup da kuş tüyü yastığını, kaç gece kulaklığını takıp da yağmur altında yürüdüğünü sayamadığın sokağını, annenin o çok sevdiğin biber dolmasını, kahvenin en demlisini, şarkılarının en paylaşamadıklarını geride bırakıp da bazı yerlerin ve şeylerin daha iyi ya da daha kötü değil de; sadece daha farklı olduğunu görmek, alfabesini bile bilmediğin bir ülkenin sokaklarında okuyamadığın tabelalarla iz sürmek, başka yemek alışkanlıklarını keşfetmek gerekiyor.
Daha izlenmeyen nice yıldızlar, gidilmeyen nice yollar var.
Alışkanlıklarından, hengamelerinden uzaklara gidip de bu iklimden kaçmak gerekiyor belki de sayın okuyucu. Tüm dalgınlıklarını geride bırakarak…
Ama bir saniye…
“Kavanozun ağzını sımsıkı kapattım değil mi? Kapattım mı? Kapattığımı hatırlıyorum ama…”
“Ah, kavanozun ağzını kapattığımı hatırlamıyorum.”