“-Evet, buyurun anlatın; sizi dinliyorum.”
“-Anlattım ya doktor hanım!”
“-Olsun, bir daha anlatın…”
Doktor mu beni dinlemiyordu yoksa ben mi anlatmayı beceremiyordum bilinmez ama bir kez daha anlatayım. Bu sefer hem sen de dinlersin sayın okuyucu.
Medeni Hukukun bana verdiği yetkiye dayanarak karım olarak seslenebildiğim ancak bir süredir aynı evi paylaşmaktan öteye gidemediğim eşimin haftanın farklı günlerinde televizyon kumandasındaki kıvrak parmak hareketleriyle aynı anda birkaç farklı diziyi birden takip etmesinden yorulup kendimi çalışma odama atıyorum. Elime kağıt kalemi alıp bir şeyler karalamak istiyorum ancak eşimle aynı evi paylaşmaktan öteye gidemediğim süre boyunca yazamıyorum da aynı zamanda.
Eskiden kendimi mutsuz hissettiğimde, mutsuz hissetmediğim anlarda ise mutsuz hissetmeye çalışarak, bolca beyaz kağıt kirletirdim. Şimdi ise eşimin televizyon karşısındaki heyecanına bir türlü anlam veremeden düşüncelere dalıyor; kendime geldiğim anlarda ise “ne düşünüyorum acaba?” diye dalış seanslarıma kaldığım yerden devam ediyorum.
Dudaklarımdan dökülen cümlelerim, az sonra yine “Anlıyorum!” diyerek beni hiç de anlamadığının altını bir kez daha çizecek olan doktor hanıma yola çıkmışken gözlerim çocukluğumda, babamın kucağında uyurken yarım gözle gördüğüm, o meşhur Temel İçgüdü oturuşunun devam filmini çekerek travmasını günümüze taşıyan doktorumun hemen yanındaki ‘kişisel gelişim’ kitaplarına takıldı. Kişisel olarak gelişemeyen insanlar ellerini cüzdanlarına atarak kişisel olarak gelişmeyi başarmış, en azından bunu iddia eden insanların kaleminden dökülenleri okuyor bugünlerde. Üstüne üstlük bir de yeni kıtayı yeniden keşfedercesine büyük cümlelerin süslediği sayfaları büyük bir hazla birbirleriyle paylaşıyor.
“Ne düşünüyorum acaba?” diye düşünmediğim ender anlardan birinde, gözüm doktorumun kitaplarına takılmışken kaç insanın kendi mutsuzluklarını, ‘gelişimsizliklerini’ bastırmak için başkalarının kelimelerinin götürdüğü başka dünyalara ihtiyaç duyacağını düşündüm. Ben zihnimden ne kadar fazla insanın mutsuz olduğunu ya da kendisini neyin mutlu edeceğinin bile farkında olmadan, öylesine yaşıyor olduğunu geçirirken doktorum üzerine hiç mi hiç oturmayan elbisesini hafifçe düzelterek beni, gözlerimi yanıbaşında duran kitaplarına değil de bacaklarına dikmekle suçluyordu, sessiz bir çığlıkla.
Birkaç sene önce nikah memurunun belediye başkanından aldığı yetkiyle kendisini öpmeme izin verdiği eşimle aynı çatı altında yelkovan ve aktep arasındaki hiyerarşik düzene hayat adını vermiştik ve bu iki esas karakterin birbirlerini kararlı bir şekilde kovalamalarına sessizce şahit olmaktan başka bir şey yapmıyorduk sayın okuyucu. Bir süredir yazamadığım gibi kuruculuğunu üstlendiğim “pazar sabahı erken uyananlar kulübü”nde de yok yazılıyordum, hem de mazeret bile bildiremeden.
Sanıyorum tüm eğitimini, çileden çıkarıcı bir baş hareketiyle “anlıyorum!” demek üzerinde tamamlayan doktorumun “ama deniz yok ki!” diyerek bir kaşık suda harcamaya kalktığı canım şehrim Ankara oysaki, kendini keşfetmeye meyilli insan topluluklarına öyle güzel hazineler sunuyordu ki. Yakup Kadri’nin cümleleriyle bir çölün ortasında bir kaya parçasından hiç farklı olmayan bu şehrin manzarasında, acayip bir tesir, insanı zorla kendine çeken sert bir cazibe vardı gerçekten de. Ancak insanı zorla kendisine çekse de bu sert cazibeye sevgili eşim televizyon kumandası vasıtasıyla yoğunlaştırdığı parmak egzersizleriyle karşı koymayı başarıyordu.
Ben bütün bunları düşünürken koltuğunda doğrularak bana koyduğu ‘teşhis’i benimle paylaşan doktorumun kısılmak üzere olan çatallaşan sesiyle irkildim bir anda. Terapilere eğer istersem eşimle beraber katılabileceğimi, öncelikli olarak birbirimizi çok daha derinden tanımaya yoğunlaşarak sorunlarımızı aşabileceğimizi söyleyen doktorumu en az kendisininki kadar rahatsız edici bir baş hareketi ve dudaklarımdan öylesine dökülen bir “anlıyorum…” cümlesiyle karşıladım ve onu kendi silahıyla vurdum.
Hemen ardından da kendisine olabildiğince sıcak bir veda edip yanından ayrıldım.
…
…
…
Saat 04:52 olmuş sayın okuyucu. Ne kadar zamandır daktilomun başında, uzunca bir süredir yazmaya niyetlenip de yazamadığım bu satırları bir nakış gibi işliyorum bilmiyorum ama soğuyan kahveme ve artık iyiden iyiye eriyen mumlarıma bakacak olursak uzunca bir süreyi çalışma masamın başında geçirdiğim sonucuna ulaşabiliriz.
Yeni bir günün arifesinde, yeni günün getirdiği yeni fırsatları keşfetmek üzereyken parmaklarımdan dökülen satırlar aslında bir keşfi daha beraberinde getirdi bana. İnsan ‘teşhis’ini kendi koyup da mutlu olma hedefini kendi keşfetmeli aslına bakarsan.
Çünkü, istatistiklere göre ülkemizde yaşayan ortalama bir insanın ömründe görüp görebileceği 78 yıl boyunca gelip geçen türlü gayeleri olsa da mutlu olmak dışında hiçbir amacı yok.
Dolayısıyla reçeteye kocaman bir “mutlu olmak!” yazdıktan sonra gerisi çok kolay.
[…] hastalığımın adı gerçekten de ‘sersemliğe varan bir cüret’ ise en azından teşhis konmuş olmasının mutluluğunu yaşıyorum. Keşfedilen yeni yerlerin, duyguların, insanların […]
BeğenBeğen