pilav.

Bir yerde ağzına kadar dolmuş bir kül tablası varsa ve güneş kendini göstermesine rağmen perdeler açılmayı unutulduysa bil ki o yerde uykusuz gecelerden birisi yaşanmıştır sayın okuyucu. İşte o gece de; şimdiye kadar biriken anılarımı birbiri ardına yaktığım sigaralardan çıkan dumanla boğmaya; tıpkı Hakan Günday’ın altı milyar insanın arasından geçtiği gibi zihnimdeki sekiz yüz altmış iki bin iki yüz seksen altı düşüncenin arasından hiçbirine dokunmadan geçmeye çalışmıştım. Uzunca bir süredir üzerinde çalıştığım yeni romanımın üçüncü sayfasına sadece iki cümleyi eklemem de tam bu geceye rastlamıştı.

Bir süre önce; Medeni Hukukun bana verdiği yetkiye dayanarak karım olarak seslenebildiğim ancak aynı evi paylaşmaktan öteye gidemediğim eşimin haftanın farklı günlerinde televizyon kumandasındaki kıvrak parmak hareketleriyle aynı anda birkaç farklı diziyi birden takip etmesinden yorulup kendimi attığım çalışma odamda başlamıştım beyaz kağıtları karalamaya.  Adına hayat dediğimiz yelkovan ve akrep arasındaki hiyerarşik düzende daha önce söylenmeyeni söyleyebilme hayaliyle masamın başına kuruluyordum her seferinde. Çünkü ne de olsa en güzel sözler henüz söylenmeyenlerdi

Gün boyu görsen dünyayı kurtardığımı zannedeceğin iş hayatıyla kesişen yolumu birkaç satıra sığan iki-üç cümleyle ayırdığımdan bu yana; bitirmeyi hayal ettiğim ancak daha ikinci sayfasında sonunu ağzımdan kaçırdığım romanıma üç sayfa yazacak kadar zaman geçti. Her ne kadar Ece Temelkuran yazmayı, insanın şimdiye kadar söylenmemiş bir şey söyleyeceğini ya da herhangi bir şeyi anlatılmadığı bir biçimde anlatabileceğini hem de bu düşüncenin peşinden giderek sersemliğe varan bir cüret olarak tanımlasa da ben kalemimin kağıdın üzerinde gezindiği her vuslat anında kendi içime yeni bir yolculuğa çıkıyorum. Eğer hastalığımın adı gerçekten de ‘sersemliğe varan bir cüret’ ise en azından teşhis konmuş olmasının mutluluğunu yaşıyorum. Keşfedilen yeni yerlerin, duyguların, insanların ve coğrafyaların ev sahibi olan o insanın kendi içine yapılan yolculuklarda bazen bir şeyler yemeyi; çoğunlukla da zamanı unutuyorum. Ne zamanki çalışma masamın başına otursam aklıma Kristof Kolomb geliyor; “Eminim o da Yeni Dünya’yı keşfederken böyle bir heyecan duymuştur” diye geçiriyorum içimden.

Lakin yeni dünyalar keşfetmenin hazzının dahi unutturmaya yetmediği açlığım kendini iyiden iyiye hatırlatınca akşama bir şeyler hazırlamak için dışarıya adımımı attım.  Dünya kendi etrafındaki turunu tamamlarken ben de mahallemdeki turumu tesadüfi dört karşılaşma, samimiyetsiz üç naber, olmasa da olur iki baş selamı, olmazsa olmaz bir görmezden gelmeyle tamamladım.

İnsanlık için küçük ama tane tane olacak pilavım için büyük bir hamle olan tencereye peçeteyi iliştirme görevimi de tamamladıktan sonra telefonumu elime aldım. Sık arananlarda “abi basar mıyız ya bu kitabı?” darlamalarımın muhatabı yayınevi sahibi çocukluk arkadaşımın hemen üzerinde yer alan; önce kendi evimizde o her daim aşık olduğunu söylediği pilavımı beraber yapabilmek için babasından; sonra da kendisini öpebilmem için belediye başkanından aldığı yetkiye dayanarak bizi karı-koca ilan eden o geveze nikah memurundan izin almam gereken eşimi aradım.

“- Akşama pilav yapalım mı?

“- Beni bekleme, ben gelmiyorum…”

Telefonu kapatıp kendim için halihazırda kurduğum sofraya oturdum. Bu sefer de tane tane olmayı sektirmemiş pilavımdan bir kaşık aldım; insanın kendi varlığının bilincine vardığı an tanışılan o duyguyla bir kez daha selamlaştım.


pilav.jpg

Reklam

One comment

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s