Bu sefer de altını çizmekten kanattığım satırlardan biriyle başlayayım söze sayın okuyucu: “İnsan mutlu olmak hedefini kendi keşfetmeli. Çünkü insanın görüp görebileceği yetmiş sene ve bu süre içinde daha önem taşıyan hiçbir gayesi yok, mutlu olmak dışında.” Ayak bastığımız topraklarda her şeyden olduğu gibi az önce okuduğun satırdan da değişik bir şey var: ortalama bir insan yetmiş sekiz sene yaşıyor bu topraklarda. Lakin değişik olmaması gereken bir şey varsa o da ne kadar yaşarsa yaşasın mutlu olmak dışında bir gayeye sahip olmaması gerektiği. Tıpkı bir şampiyon gibi.
Bundan on beş sene önce, yaz tatilinde emeğimle para kazanmanın tadına vardığım ilk zamanlarda, çay tepsisiyle akrobatik hareketler yapmaya çalışırken hem düşen tepsinin hem de kırılan bardakların sesiyle koridorunun tüm kapılarının müthiş bir senkronla açılmasına vesile olduğum devlet hastenesinde; güne başlarken, gün içerisinde, gün sonunda; kısacası günün herhangi bir vaktinde cerrahi müdahaleler yapan, hastalarının şikayetlerini dinleyen ve onlara derman bulmaya çalışan doktorlarla, ganyan kuponları üzerinden takdire şayan bir iletişim doğmuştu aramızda. Kıvrılmaktan yıpranmış at yarışı bültenlerine hapsolan doktor dostlarımla (!), modem sesinin hala kulaklarımda çınladığı internetimden bulduğum tüyolarla yeni çığırlar açıyor; saatler 15:00’i gösterdikten sonra her yarım saatlerde ve saat başlarında hastane kantinini “yürü be, kop da gel!” nidalarıyla şenlendiriyorduk.
Bazı günlerin bazı koşularında ise sahne sırası efsanelerin oluyordu. İsimleri hala mıh gibi aklımda duran iki tane atın; Grand Ekinoks’un ve Dinyeper’in sahne aldığı koşular, kazanmanın heyecanının bir kenara bırakılıp da yarışın keyfinin çıkarıldığı anlara tekabül ediyordu. Bu iki asil atı canlı izlemek kısmet olmadı; lakin hala ara ara YouTube’dan eski videolarını aynı heves, aynı heyecan ve aynı keyifle izliyorum.
Gel zaman, git zaman; aradan 15 yıl geçtikten sonra geçmişteki bu keyfi anımsamak için yolumu hipodroma düşürdüm bütün bir yaz mevsimi boyunca. Öyle bahis aşkı falan değil benimkisi; yürüyüşlerini dahi hayranlıkla izlediğim o hayvanların yarış pistinde adeta adımlarını yere değdirmeden süzülmeleri asıl sevdalı olduğum şey. Seyisinden antrenörüne, jokeyinden sahibine kadar bir takım olabilmeyi, günün sonunda kazanmanın o tarifsiz hazzına ulaşabilmeyi seyretme isteğim…
Mevsim kışa dönüp de yarışlar da göçmen kuşlar misali sıcak memleketlere doğru taşınınca, halihazırda kendini iyiden iyiye hissettiren bu sevdamı, bu isteğimi; geçenlerde seyretme şansı bulduğum bir filmle biraz olsun giderdim. Hala vizyonda olan ve görmeni şiddetle tavsiye ettiğim Bizim İçin Şampiyon filmi, 90’ların efsanevi yarış atı Bold Pilot ve efsaneliği hala devam eden jokey Halis Karataş’ın yaşanmış hikayesini beyaz perdeye aktarıyor.
Bold Pilot… Bu ismi belki biliyorsun; belki de zihninde hiçbir şey canlanmadı sayın okuyucu. Bu ismi şöyle anlatayım o halde, müsaadenle: yolu at yarışlarından geçen birine kulak versen, 90’lı yılları anlatmak için “O’nun koştuğu yıllar…” dediği, 11 şampiyon yavru veren, yarışseverlerce yanına at yazmanın kendisine saygısızlık kabul edildiği, bir yarışa giriyorsa ancak ve ancak tek geçilebileceği, her yıl Ata’mızın onuruna düzenlenen Gazi Koşusu’nda Ali Kayakıt’ın o unutulmaz sesiyle “şimdi en dış kulvardan 1 numaralı Bold Pilot geliyor…” diyerek çağırdığı, 1996 yılında kırdığı rekorun hala kimseler tarafından alt edilemediği, yarış başlamadan önce sırf kulvarına rahatça girebilsin diye herkesin derin bir sessizliğe büründüğü, jübilesini yapmak için 15 sene sonra İstanbul Veliefendi Hipodromu’na geldiğinde sadece kendisini görmek için hipodroma gelen binlerce kişi tarafından uğurlandığı, öldüğü gün gazetelere tam sayfa ilan servis edildiği, koca koca adamların arkasından gözyaşlarına boğulduğu bir yarış atından bahsediyoruz.
Filmin bende bu denli etki bırakmasının nedeni bir şampiyonu anlatmasının yanında aynı zamanda da bir insan ile bir hayvanın aslında ne kadar da güzel bir iletişim kurabildiğini de çok güzel bir şekilde işlemesi. Oruç Aruoba’nın “İle”sinde altını çizdiğim bir sözü seninle paylaşayım sayın okuyucu: “İlişki için belirleyici olan, iki kişinin zamansal olarak ne kadar bir arada bulunduğu değil; yaşamsal olarak ne kadar çok şeyi beraber paylaştığı ve geçen vakte ne kadar fazla şeyi sığdırdığıdır. Ezcümle, nicelikle hiçbir ilgisi yoktur.”
Her ne kadar iki insan için söylense de bu söz; nefes alıp veren tüm canlılar için geçerli aslında. Bir ilişkinin, bir iletişimin ne kadar uzun sürdüğü değil de; o süreye ne kadar çok şey sığdırdığın önemli olan aslında. Tıpkı hayat gibi; ne kadar çok nefes alıp verdiğin değil, o nefes alıp vermeler boyunca nefesini kesecek kaç an yaşadığındır önemli olan bir ömürde.
Filmin fragmanında da duyacaksın; Şampiyon olmak demek, bir gün kaybedeceğini bildiğin halde koşmaya devam etmek demekmiş. Bir gün hikayenin biteceğini bile bile geçirdiğin ömründe kendine bir şeyler katabilmek, nice mavilikleri görüp nice lezzetli kahveleri yudumlamak, hiç yarın olmayacakmışçasına bugünden keyif almak için alabildiğince koşmak, koşmak, koşmak…
Şampiyon olmak demek, ne kadar süreceğini yalnızca Allah’ın bildiği bir ömürde mutlu olmaktan başka hiçbir gaye taşımadan kendini keşfetmek demek sayın okuyucu…
Bir gün kaybedeceğimizi bile bile…
