“Eninde sonunda gerçeklerle yüzleşmek zorundayız. Yoksa yakamızdan düşmezler. Karanlıkta, duvar diplerinde kırmızı gözleriyle bizi izlemeye devam ederler. Kocaman bıçaklarla arkamızdan sinsice yürürler. Canavarı öldürmek için onunla tanuşmak gerekir.”** Kucağımdan düşüp de parkenin üzerinde yuvarlanarak benden bir hayli uzaklaşmış kurşun kalemime uzanıp altını çizdim bu satırların. Altını çizmekten kanattığım satırlara yenilerini ekledim.
Sıcak suyun altında bir miktar vakit geçirmek her zaman iyi gelmiştir sayın okuyucu. Düşük bütçeli korku filmlerindeki gibi, gerçeklerin banyo perdesinin arkasından elindeki bıçakla beni izleyeceğinden korksam da düşlerimle tekrar buluşabilmek için musluğun sıcak tarafının soğukluğuna uzandı elim. Lakin musluktan akan suyun, en az vana kadar soğuk olduğunu hissetmemle faturayı ödemeyi bile unutmamı fark etmem yaklaşık olarak aynı saniyelere tekabül etti.
Devletti bu sonuçta, usandırmaya gelmezdi. Türlü ikazlarına rağmen ona istediğini vermediğinde o da on beş yaşındaki bir çocuğun halet-i ruhiyesine bürünür; dudağını bükerdi. Hele ki bir de canını sıkıp da bir kere küstürdün mü artık dönüp yüzüne bakmaz, o çok sevdiğin sıcak suyunu bile keserdi.**
Banyodan beklediğimi bulamayıp da kendimi cam kenarına attığımda sokaktan gelip geçen insanlara ilişti gözüm. Herkes birbirini kırbaçlayacak ve herkesin elinde yağlı urganlar gibi bir hışımla sokağın bir ucundan diğerine tam istikamet yürüyen insanları gördükçe herkesin bir diğerinin celladı gibi ortalıkta gezindiğini fark ettim.
Bu aşk hikayelerinin sonunu hep aynı kişi mi yazıyor sayın okuyucu? Yoksa ben hep hep gidici kadınları mı seviyordum? Ne olmuştu yani; “seninle dünyanın yerine gelirim” diyen Müzeyyen durduğu yerden çekip gitmişti?* Aşık olmayı bir hüner zannettiğim zamanlarda, sonbaharın ağaçların süsü olan o yaprakları döktüğünden, kışın ise yeniden doğuşun kanıtı olan toprağı buz kestirdiğinden haberdar değildim.
‘Fakat Müzeyyen, bu derin bir tutku!’* diye seslenmeye çalışırken Müzeyyen iyiden iyiye uzaklaşmıştı. Beklemediğim bir şekilde “Müzeyyen!” diye bağırdım, Müzeyyen de beklemediğim bir şekilde dönüp baktı. ““Gidene güle güle denir, canımın içi.*” diyecektim” dedim; aslında öyle demeyeceğimi kendisi de biliyordu.
Şimdi ise, elimdeki kahveyle bir mutfağa bir çalışma odama; oradan oraya mekik dokuyan, ara ara duraklayıp iki yudum alan bir haldeyim. Ne de olsa, yalnız adamlar daima yanlarında taşıdıkları kahveleri yudumlar zaten.***
En iyisi mi, biraz önce elimde tuttuğum kitaba geri döneyim dedim sayın okuyucu. “Savaşmadan alınabilen topraklar varken barışarak kaybedilen ülkelerden biriydi aşk.”*** dizelerinin altını eğer simsiyah, kurşun bir kalemle değil de renkli bir kalemle çizersem cümle mutlu olur mu diye düşünürken artık hiçbiri için gücüm kalmadığını hissettim.
Boğazım yanıyor. Bir gün ölüp gidersem sebebi şu boğaz yanması olacak ve hep bir ağızdan beni iyi bildiklerini haykıran topluluk, üçer beşer kişilik gruplar halinde köşe başlarında boğaz yanmasından gittiğimi tartışacaklar.
Son bir gücümle yanıbaşımda duran telefonuma uzanıyorum. İlk çalışta açıyor. Konuşmuyoruz. Burnumu çekiyorum. En çok anneler biliyor bir sessizliğin anlamını. “Hadi gel, şehriye çorbası yaptım, sen seversin” diyor; sesi çatlak. En çok anneler anlıyor, yürekten gelen acıyı.