gül, dünya.

Bu mahallede her sabah ince bir horoz sesi yırtıyor gecenin sessizliğini sayın okuyucu. Gün henüz ağarmadan yollara düşen insanların yüzünde ağır mı ağır bir suskunluk, omuzlarında ise görünmez kefelerin kendilerini kambur eden ağırlığı. Güneş ufuktan henüz doğmadan başlıyor buralarda hayat.

Herkes her daim aceleci ve herkes her daim bir yerlere gecikmiş durumda. Bir çatının altına ise ne kadar farklı hayat sığabilirse o kadarı sığıyor. Her bir çift göz farklı bir hikayeyi barındırıyor, kenarından akıp giden gözyaşlarında. İşte Gül’ün hikayesine de bu mahalle ev sahipliği ediyor; diğer bir dolu hikayeye ettiği gibi…

Gül’ün kendini bildi bileli zihnine iyice bellediği bir şey varsa o da ‘kural’ kelimesi. Kuralların birer zincir halkası gibi uç uca eklenip de insanların ellerini kollarını bağladığı bu mahallede bir şeyleri yapmanın ya da yapmamanın her zaman belirli ‘doğrular’ olurdu. ‘Adam gibi konuşmanın’ farz olduğu, ‘erkek gibi durmanın’ olmazsa olmaz bellendiği bir evde; ‘aman şöyle dur, yoksa millet ne der’lerle, ‘öyle şey olmaz yoksa komşulara ne cevap veririz’lerle geçen bir hayat, o her bir çift gözün yaşlarında barındırdığı hikayeleri bir kenara koyuyor da el alemin ne düşünüp de ne diyebileceği ihtimalleri üzerine yoğunlaşmayı seçiyordu kendine.

Hatta bir keresinde Gül, küçük kardeşinin canı süt çekti diye hava karardıktan sonra anasından gizlice bakkala kadar gittiğinde, hala anlamlandıramadığı bir sebepten dolayı bunun acısını çok fena çekmek zorunda kalmıştı. Sebebini Gül anlamlandıramıyordu belki sayın okuyucu ama sana az önce bahsettiğim kurallar, o el alemin neler diyebileceği ihtimalleri, bir dolu anlamsız soruyu da beraberinde getiriyordu:

“O saatte kadın başına ne işi varmış Gül’ün dışarıda?”

“Kim bilir elin adamları ne düşünürmüş?”

Sahi sayın okuyucu, elin adamları bir genç kız küçük kardeşine süt alayım diye bakkala kadar gidebilmeli diye düşünür müydü hiç?

Gül’ün kısacık hayatına sığdırdığı unutamayacağı yıkılışlarından birisi de ailesine evlenmeyi değil de okuyup öğretmen olmayı istediğini söylediği ana tekabül ediyor. O akşam o çatı altında yaşananlara bakılırsa okuyup öğretmen olmak, küçük kardeşine hava karardıktan sonra süt almak için dışarı çıkmaktan çok daha ağır bir cezayı hak ediyordu ve Gül, yüzündeki acıyı unutsa da kalbindeki kırıklığı günler, haftalar, aylar boyunca içinde sakladı. Başka Gül’ler küçük dünyalara sahip insanların belirlediği kurallarla zincirlenmesin diye hayal ettiği öğretmenlikten babasının ve abilerinin ‘kız çocuk okur muymuş’ bağırışları eşliğinde vazgeçmişti. Daha doğrusu vazgeçmek zorunda bırakılmıştı.

Evdeki bu gerginlikle beraber aile meclisinin zaten bir süredir pek gönülsüz gönderdiği okulundan da ayrılmak zorunda kaldı en sonunda. Şimdilerde giderek çoğalan odasına sıkışıp kaldığı anlarda gözlerini kapattığında öğretmeninin dünyasını genişletsin diye okumasını istediği kitapların sayfalarında yazan satırları hatırlamaya çalışıyor, yine öğretmeninin doğum gününde hediye ettiği kar küresini elinde sıkı sıkı tutup da yaşanan bunca şeyin hayal olmasını diliyordu.

Kurallar diyordu ki ‘kız çocuğu okur muymuş’… Peki kız çocuk ne yaparmış sayın okuyucu? Yaşı çok geçmeden evlenir, yuvasını kurar, çoluk çocuk sahibi olurmuş bu mahallenin kurallarına göre. Lakin unutulan bir şey vardı. Yaşı çok geçmeden evlensin, yuvasını kursun, çocuk çocuğunu kucağına alsın istenen Gül’ün kendisi aslında daha çocuktu. Başka diyarlarda yaşayan yaşıtları derslerini düşünürken, geleceğe dair güzel hayaller kurarken bu mahallenin kuralları onu kendisinden 19 yaş büyük biriyle bir hayat kurmayı hayal etmeye zorluyordu. Tam tamına 19 sayın okuyucu! Kendini bildiği günden beri içine doğduğu dünyanın sımsıkı zincirlerinin acısını çeken Gül’ün ruhu, şimdi çok daha büyük bir acıyla boğuşmak zorunda kalıyordu.

Bir yaz akşamı. Mahallenin orta yerine ışıklar, masalar kurulmuş; ortalık düğün yeri. Çocuklar oradan oraya koşturuyor, mahallenin erkekleri eğlenirken kadınları ise üçer beşer gruplar halinde birbirleriyle konuşuyordu. Varının yoğunun bu odadan daha fazlası olmasına hiçbir zaman izin verilmeyen Gül ise yine odasında, camının dibindeki yatağının ucunda tüm bu hengameyi izliyordu. Kaygılı, hüzünlü ve kızgın bir biçimde… Kaygıları artık geçmişe yönelikti Gül’ün; ‘neyi nasıl daha iyi yapardım’larla birlikte… Hüzünleri geleceğe yönelikti; ‘hangi güzel hayaller yaşanmayı hak ediyordu’larla birlikte… Ve kızgınlığı… ‘Böyle gelmiş böyle gider, kurallara karşı gelinmez’ diyen herkeseydi kızgınlığı…

Odaya girip de Gül’ü bulduklarında az önce kaygılı, hüzünlü ve kızgın bir şekilde camından tüm bu olan biteni izleyen ve daha çocuk yaşta büyümeye mahkum edilen bir kadının yerini huzura erişmiş bir beden almıştı. Onun gibi olmayı gönülden dilediği öğretmeninin doğum gününde kendisine hediye ettiği kar küresini sıkı sıkı tutan elinden kanlar akıyordu yere. ‘Kan her zaman sıcak akmıyor’ demiş ya hani şair, işte yavaş yavaş akan bu kan da Gül’ün hayatıydı…

Kendime geldiğimde gün ağarıyordu sayın okuyucu. Gül’ün hikayesini yazarken nasıl gerildiysem, daktilomun tuşlarına nasıl kuvvetli bastıysam parmaklarımın ucu sızlıyor. Odamı kesif bir kül kokusu almış; okurken kısacık zamanda biten ama kendimi Gül’ün yerine koyduğumda bir ömür alan bu hikayeyi yazarken kaç tane sigara içtiğimi dolup taşan kül tablasından sayamadım. Başımı arkamdaki pencereme çevirip de güneşin doğuşuna bir göz attım. Son cümlelerimi yazmak için daktiloma döndüğümde kolum yanı başımda duran kahve fincanıma çarptı.

Pıt… Pıt… Pıt…

Fincanın dibinde kalan kahvemin en acı yeri yavaş yavaş yere damlıyordu. Aklıma Gül geldi. Gül’ün ismini biliyoruz; ya ismini bile bilmediğimiz onca kadın? Acaba yere yavaş yavaş akan onların hayatı mıydı?

Sadece 2018 yılında ülkemizde 440 kadın öldürüldü, 317 kadına ise cinsel şiddet uygulandı. Son 4 yılda yine ülkemizde ölü ve yaralı olarak 2 bin 195 kadın mağdur oldu. Birleşmiş Milletler ve UNESCO’nun araştırmasına göre dünya genelinde her 7 dakikada 15 yaşındaki bir kız çocuğu zorla evlendirildi.

Bir ceviz büyüklüğündeki dünyamızın bilmediğimiz köşelerinde layık olduğu hayatları yaşamaktan çok uzak kalmak zorunda olan kadınlara selam olsun. Kadınlar gülsün ki dünya gülsün.

Unutmayalım, büyük üstat Neşet Ertaş’ın da dediği gibi; kadın insandır, bizler ise insanoğlu…

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününüz kutlu olsun.


gül dünya

 

Reklam

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s