çizgi.

Belli ki üzülmüş, sevinmiş, sevmiş, sevilmiş bizim Halil Abi. Belli ki bu hayatta heyecanlanmış. Kah güzel şeylere heyecanlanmış, kah felaket görerek heyecanlanmış. Kah garip durumlara şaşırmış, kah beklemediği zamanlarda beklemediği şeyler yaşandığına şaşırmış. Bunların hepsi insanın yüzüne yansır sayın okuyucu. Yaşanmışlıklar bir insanın yüzüne vurur. Bunları yapmayanın yüzünde hiçbir ifade bulunmaz. Peki bunları yapanın? Bunları yapanın yüzündeki her bir çizgi tek başına bir hikaye anlatır bize.

Halil Abi’nin yüzünden bir fay hattı gibi gelip geçen çizgilerin her biri bir hikayeyi beraberinde getiriyor. Arada sırada iş çıkışında buluşmayı başarıp da bir masanın iki yanına oturabiliyorsak bazen o çizgilerde kaybolur giderim, karşılıklı suskunluk seanslarımızda. “Abi sustuk yine, her şey yolunda mı?” diye sorarım, o da her birinde “E ne güzel işte, karşılıklı susabilmeyi de başarabiliyorsak daha ne isteriz” diye cevaplar. Halil Abi güzel de susar sayın okuyucu.

Bir akşamüstü, eve doğru yürürken gün batımını da izlerim diye otobüsten iki durak önce inmiştim. Kulağımda tınılayan en sevdiğim şarkılardan biriyle birlikte psikolog yollarını tutmadan kendime güzel mi güzel bir terapi ısmarlıyordum. Akıllı insan kendi terapisini kendi verendir. Bir nevi kendin pişir kendin ye yani. Neyse, konumuz bu değil şimdi… Gözüm bulutların ardından yavaş yavaş gözden kaybolmaya başlayan güneşin gözyüzünde bıraktığı kızarıklığa takılmışken telefonum çaldı; arayan tabii ki bu hikayenin esas oğlanı Halil Abi’ydi.

“-Efendim abi?”

“-Neredesin?”

“-Eve gidiyorum abi; hayırdır?”

“-Eve gitme, gel denize gidelim.”

“Bir kere yola çıkmış kişi için başka yollara savrulmanın pek de önemi yoktur” demiş yazar.  Benim için de eve doğru yola çıkmışken soluğu denizde almamın pek de önemi yoktu o anda. Yaklaşık 45 dakika sonra Gar’da, bizi çiçek açmış çıkmaz sokaklardan denize ulaştıracak trenin kapısında buluştuk Halil Abi ile. Trenin acı düdük sesini duydum. Bir anlığına duygusallaşmak istedim lakin arkamızda bıraktığımız, tren yavaşça hareket ederken el sallamak için çabaladığımız kimse yoktu. Başka bir duygusal an için zihnimde saklı tuttum düdük sesini.

Yine bir masanın iki tarafına kurulmuştuk Halil Abi ile. Bir ara başımı çevirip camdan dışarı baktım. Bu hayatta yaşadıklarından bile bihaber olduğum insanların hayatlarını geçirdiği evler hızla yanımızdan geçip gidiyordu. Bilmediğim şehirler koşaradım yanımızdan geçip gidiyordu. Çocukluğumu hatırladım. Başımı cama yaslayıp da elektrik direklerinin artık birbiriyle birleştiği anları izlediğimde bir şehir benim gitmediğim yere doğru gözden yitinceye dek koşarak uzaklaşırdı. Takvimde yıllar değişmiş, bazı şeyler değişmemiş.

Halil Abi güzel sustuğu kadar güzel de konuşurdu. Onu dinlerken bazen ne kadar süre sessiz kaldığımı düşünüp de söylediklerinden uzaklaşırdım. Sonra bu uzaklaştığımda kaçırdıklarımın pişmanlığına düşer, söylediklerinden yine bir parça kaçırırdım. Adeta kısır döngü… Böyle küçük tasaların da misafir olduğu buluşmalarımızın ardından ayrılıp da evime doğru yürürken bir sigara yakar “Bugün Halil Abi’den ne öğrendim” muhakemesi yapardım.

Trenimiz raylar üzerinde süzülüp giderken Halil Abi yine güzel konuşuyordu. Halil Abi anlattıkça dinledim. Ben dinledikçe o anlattı, o anlattıkça bilmediğimiz şehirler yanımızdan koşarak gitti. Şehirler yanımızdan koşarak uzaklaştıkça yolumuz denize çıkıyordu.

Geçmişinden bahsetti Halil Abi yol boyunca. Geçmiş dediği şeyin aslında gerçek hayatı olmadığından, onun bizzat kendisi tarafından kurgulandığından bahsetti. Sevdiklerini, sevmediklerini, kırgınlıklarını, kırılganlıklarını, sevinçlerini, coşkularını, kaygılarını, üzüntülerini; kısacası her şeyi kurguladığını, pek gelişmiş (!) adalet duygusu yüzünden bazı tatlı olumsuzluklarını da bu kurguya dahil ettiğini anlattı. 7 milyar insana ev sahipliği yapan şu ceviz büyüklüğündeki dünyamızda en kötüsünün başına geldiğini zannettiği acılarından da bir tutam eklediğini de atlamadı. O çok sigaradan artık bağımsızlığını ilan etmek üzere olan sesiyle sordu:

“-Emek verdik sonuçta onlara değil mi? Göz ardı etmek olmaz.”

Hatırladığından bahsetti Halil Abi yol boyunca. “Hatırlamak en büyük efsun; hatırlamak, kimsenin bilmediği o manzarası eşsiz tepe” demiş ya hani yazar, bizimkisinin de o hesap. Kimsenin bilmediği o manzarası eşsiz tepede güneşi batırırken hissettiklerini anlattı. Halil Abi anlattıkça dinledim. Ben dinledikçe o anlattı, o anlattıkça bilmediğimiz şehirler yanımızdan koşarak gitti.

Birden gözüm Halil Abi’nin yüzündeki çizgilere ilişti; her bir hatasını saklı tuttuğu yüzündeki çizgilere. Akıllı olanlarımız her hatasına hafızasında yer açarmış, aynı hatayı tekrarlamamak için. Bu hayatta hatırlamak, sadece işine yarayan şeyleri hatırlamak, kendini bilenlerin hediyesiymiş, Halil Abi’nin yüzündeki fay hatlarını izlerken anladım.

Halil Abi’nin karşılıklı konuşma yahut karşılıklı susma seanslarımızda gözümün takıldığı yüz çizgilerine daha önce hiç bu kadar anlam yüklememiştim, bir tren yolculuğu gerekiyormuş İlber Hoca’nın da dediği gibi. Bir gün batımında çıktığımız yolun sonu denize çıkarken anladım ki sayın okuyucu; hiçbir şey göründüğü, hatta yaşandığı gibi değil.

Her şey hatırlandığı gibi… 


a1.jpg

 

 

Reklam

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s