Yağmurun sicim gibi yağdığı bir İstanbul akşamı. Kadıköy’ün denize ulaşan yokuşlarından birinden inerken yere düşen damlaların sesi ile topuk sesim birbirine karışıyor. Puslu, gri, yağmurlu bir akşam… Şu koca şehir bitmez tükenmez gizlere gebe.
Daha önce gitmediğin dükkanlarla, önünden geçmediğin evlerle, yürümediğin sokaklarla, ulaşmadığın iskelelerle dolu; henüz görmediğin için bu dünyaya ait sanmadığın şeylerle dolu koca bir şehir. Yorgun ve yorucu; tıpkı bu akşam yağan yağmur gibi…
Yılın hangi vaktinde güneşin doğarken yere eriştirdiği ışıkların küçük oyunlar oynayacağını, kaldırım taşlarının birbiriyle ahenksiz uyumunu, yolu bu sokaklardan geçenlerin yüzlerindeki ifadeyi bilecek kadar uzun zamandır buralardayım. Çocukluğumda düşüp de dizlerimi kanattığım sokaklar da burası, gençliğimde tehlikenin tanımını henüz bilmezken hızla bisiklet sürdüğüm sokaklar da… Doğan her güneşin insanın çocukluğundan bir parçayı, hem de geri getirmemek üzere, alıp götürdüğünü fark ettiğim yerler de tam olarak buralar sayın okuyucu.
Ne gerek vardı ki şimdi bu oyunun kuralları arasına büyümeyi de dahil etmeye? İlk kimin aklına gelmişti ki bu? Ne gerek vardı büyümeye? Gözlerimin yanında kırışıklıklar çıkmasına… Yüzüme birbirleriyle yarışan çizgilerin misafir olmasına… Saçlarımın beyazlamasına, zamanın daralmasına… Çocukken hiçbir şeyine kızmıyorlardı insanın. Gidip sehpanın üzerinde süzülen vazoyu kırıyorsun, gülümsüyorlar. İstediğini bir an önce elde etmek için ağlıyorsun; yine gülümsüyorlar. İnsan büyüdükçe çocukluğa pek de izin vermiyorlar. Artık buralarda kadınların gülmesine, erkeklerin ağlamasına kızıyorlar.*
Ne gerek vardı yürüdüğüm sokakların mayınlarla bezenmesine? Büyüdükçe attığım her bir adımda yeni bir mayından sakınmam gerektiğini fark ettim. Mayın tarlası gibi artık tüm anlar. Neden söylemiyorsunuz ki bana, her bir mayının en yakınımda duranlar olduğunu? O tarlada gezinirken ben, her bir mayının iyiliğimi en çok isteyenler olduğunu neden söylemediniz bana? Kontrolden çıkışların dipsiz uçurumlar kazdığını, yükselen haykırışların yeni bir parça kopardığını neden daha önce söylemediniz bana?
Puslu, gri, yağmurlu bir İstanbul akşamında, Kadıköy’ün denizlere erişen sokaklarından birinde yürüyüp sahile ulaştım sonunda. Islak olmasını çok da umursamadığım bir banka oturup karşı kıyıyı görmeye çalıştım, lakin nafile… Az önce topuk seslerime karışan yağmur damlalarının sesi artık caddedeki arabaların gürültüsüne yenik düşmüştü. Şimdi sokak lambalarının yaprakların arasından süzülen ışıkların altında oturmuş bir halde deniz kıyısını avucuma almış, dalgalar diziyorum önümdeki dingin suya.
Pusun çöktüğü bir akşamda dalgalar dizdiğim denizin ötesinde nasıl bir dünya var bilmiyorum ama her fırtınalı okyanusun uzak da olsa güneş açan bir kıyısı vardır** sayın okuyucu. Şimdi bu kıyıda, bir mayın tarlasında gezinmeye çalışırken günün birinde bir sandala atlayacağıma; kürek çekmekten yorulmayıp o fırtınalı okyanusun uzak da olsa güneş açan kıyısına ulaşacağıma inanıyorum.
Yılmadan, yorulmadan kürek çekerken zihnimde Yüzyüzeyken Konuşurken’in Sandal‘ı çalacak; aklıma Muhteşem Gatsby’nin sözleri gelecek: “Böylece asılıyoruz küreklere. Savrulup dursak da teknelerimizle akıntıya karşı ilerlemeyi sürdürüyoruz.”
* Gökhan Çınar’ın Sarı Papatyalar Sınıfı’ndan…
** Cesare Pavase’nin Yaşama Uğraşı’ndan ilhamla…
Yüreğine sağlık yine çok güzel bir yazı olmuş,bir solukta okudum.
BeğenBeğen
Ben de sizin ilginize çok teşekkür ediyorum, eksik olmayın.
BeğenLiked by 1 kişi