Yolum bu küçük kasabaya düşeli birkaç yıl oldu sayın okuyucu. İş hayatının, aslına bakarsan hayatın ta kendisinin yorucu temposundan bunalıp da artık nefesimi bedenime yetiremediğimi hissettiğim bir sabah, direksiyonun başına geçip de soluğu burada aldığımda, iki tarafı ağaçlarla kapalı bir yolun sonunun cennete ulaştığını düşünmüştüm. Daha sonra defalarca aynı yoldan geçtim; insanın ilk kez geçtiği güzel bir yoldan bir daha asla aynı duyguyla geçemediğini* de defalarca tecrübe ettim.
Yazarın da dediği gibi insanlar yaşarken her şey sıradan ve mümkündür ve herkes sıradanlığın mükemmeliğini epey huzurlu bulur**. Her sabah aynı saatte çalmaya alışmış saatimin alarmı bile bu sıradanlığı çok sevmiş olsa gerek ki kimi hafta sonlarında başka bir saate ayarlanmayı reddediyordu. Günün en büyük kararsızlığının hangi kravatı hangi takım elbiseme uydurmam gerektiği, günün en büyük heyecanının bir işe yaramayacağı tüm katılımcılarca bilinse de gerçekleştirilmesinden bir türlü geri durulamayan toplantılardan kaç tane yapılacağı, günün en büyük sabırsızlığının ise kendimi ofisin dışına atabilip de gün batımına eşlik edebilmek olduğu sayısını sayamadığım kadar çok günü uç uca ekledim. Her biri neredeyse birbirinin aynısı olan günlerin sadece isimlerinin değiştiği takvim yapraklarını bir bir yırtarken aslında geçmişte bırakmaya başladığım zamanın önümde beni bekleyenden çok daha geniş olduğunu fark etmeye başladım.
Üçüncü Dünya Savaşı lüks bir restoranda fotoğraf paylaşabilmek için birbirleriyle konuşmayı unutan insanlar ile bir su kenarında yan yana iki sandalyede oturup da gün batımını seyrederken susarak konuşan insanlar arasında başlamıştı bile. İlk ikisinde olduğu gibi üçüncüsünde de taraflar pek de aynı güçte değildi. Bir zamanlar dünya zannettiğim bahçeyi çoktan ayrık otlarıyla dikenler bürümeye başlamış, o bir gün batımında ‘susabilen’ insanlar o güzel atlara binip çekip gitmişlerdi.
Çevremdekilerle kararımı paylaşıp bana inanmadıklarında apar topar hazırladığım valizimin fotoğrafını gönderdiğimde planlarımdan, isteklerimden, başarmayı hayal ettiğim şeylerden bahsetmişlerdi bana. Onlar için ne kadar çabaladığımdan da dem vurmayı ihmal etmemişler; sadece dem vurmayıp aynı zamanda da beni can evimden vurmuşlardı. Ancak fark ettim ki onların kaygısı ile hayatı yaşamayı kaçırmaya başlayalı bir süre olmuştu. Sonuçta hayatta kalmak ile yaşamak aynı şey değildi***. Yani revaçta bir beyaz yakalı hayali olan tek bir valizden başka bir şey almadan bir sahil kasabasına yerleşme; insanların deyimiyle şehirden kaçma fikrini kafamda gerçekleştirmeye çoktan başlamıştım bile.
Bundan birkaç yıl önce bir yaz akşamında bu restorana geldiğimde günün birinde bir dolu misafir ağırlayıp da çeşit çeşit hikayelere tanıklık yapacağım aklımın ucundan geçmezdi. Ve yine, gömleğim ile kravatımı bir kenara bırakıp da geldiğim bu küçük kasabada, türlü aşka, ayrılığa, sevince, tartışmaya eşlik eden bir restoranın anahtarını yeni sahibine teslim ederken gözlerimin dolacağı da…
Ayaklarımın dibinde duran valizimi şöyle bir düzeltip kafamı kaldırdım. Şimdi karşımda duran 15-20 masalı, deniz kenarında bir restoranın tabelasına bakıyorum, gördüğüm şeyin ise sıradan bir mekan olmadığı aşikar. Ne de olsa sıradan görünen bir mekan anılarla değer kazanır ve anlam bulur.
Hasan Ali Toptaş’ın Gölgesizler’de söylediği gibi herkesin derdi aynı bu dünyada: herkes hem burada olmak istiyor hem çok uzakta.
İşte bu yüzden, deniz seviyesinde kendince küçük öyküler yazıp hasbelkader bir balık restoranı işleten eski bir beyaz yakalının birdenbire dağlara tırmanmaya merak duyup da yollara koyulması bu sefer sadece şehirden kaçmakla açıklanamazdı.