Soğuk bir akşamüstü. Güneş iyiden iyiye kendini yatırmış, günün sonuna işaret ediyor. Gökyüzü ise o en sevdiğimiz hallerini almaya başladı bile; kırmızının envai tonunu göğsünde misafir ediyor.
Gündüz geceye doğru el vermeye başlamışken fark ediyorum ki bir mevsim daha sona ermek üzere. Elim perdelere uzanıyor, tam kapatmaya hazırlanırken gözüm sokaktaki onca kalabalığa rağmen oynamayı başarabilen çocuklara ilişiyor.
Sırf şehrin merkezinde olsun, hiçbir şey yapamazsam kaldırımlarda öylece yürürken hayatın gelip geçtiğini fark etmeyen insanları izlerim de uzunca bir zamandır üzerinde çalıştığım kitabımı bitirmem için ilham alırım diye düşünüp taşındığım yeni evimde son boş kolileri de çöpe göndererek ortalıkta taşınmadan herhangi bir emare bırakmayacak makul bir süreyi atlatmış bulunuyorum. Şehrin mezar taşlarını anımsatan ve göğü delme konusunda birbirleriyle yarışan binaların arasında yaşarken daracık boş zamanlarımda durup sokakları düşlerdim eski evimde. Bozkırlardan geçse de denizlere çıkmasını düşlerdim o sokakların…
Düşlerimi ise düşüncelerimle birleştirirdim. Bozuk kaldırım taşlarının üzerinde yürürken şu insanlığın yüzde kaçının hayatın tüm güzelliklerini kaçırdığını, başını gökyüzüne çevirmeden bütün bir günü heba ettiğini düşünürdüm. İnsan düşünürken ve düşüncelerini henüz kelimelere dökmezken, birbirine nereden ve nasıl bağlandığı belli olmayan uzun cümlelerle düşünüyor. Sonu gelmeyen cümleler zihnine yük oluyor. Taşırım dediğin, sandığın yükleri taşırsın taşımaya da; gerek var mı sayın okuyucu?
Müsveddelerimi gözden geçirip üzerinde düzeltmeler yaparken fark ettim ki insan kendi okumak istediği satırları kaleme alıyor. Tıpkı Tezer Özlü’nün dediği gibi insanın “Yazdıkları, okumak istedikleridir. Sevmesi ise sevilmeyi istediği biçimdedir.” Gün çoktan geceye döndü ve gündüzün kalabalığının yerini seyrek birkaç topuk sesine bıraktığı sokağa bakan cam kenarında kendimle konuşmaya, konuştukça da yazmaya devam ediyorum. İnsan kendiyle amansız bir sohbet içerisindeyken yudumladığı kahvenin tadı bile değişiyor.
Uyumadan geçen her gece insanı daha da güçlendiriyor, daha da olgunlaştırıyor. Tıpkı Murat Menteş’in dediği gibi insan, bir nar gibi, üzüm, incir gibi olgunlaşarak varıyor üst mertebesine ve geceler bu sürece şahitlik ediyor. Hani “Geceleri uyumayanların yolundan çekilin.” demiş ya Nietzsche sayın okuyucu; geceleri olgunlaşarak sabahlara bağlamayı başaran insanlar bir araya gelse dünyanın en büyük güçlerinden birisi olurdu.
Odadaki ağzına kadar dolu bir küllüğün varlığı o odanın sabahının bir önceki gecesinden çok farklı olduğunu gösterir daima. Gün ışığı kapalı perdelerimin arasından süzülürken yeni bir gün ile buluşuyorum. Elim perdelere uzanıyor, tam sonuna kadar açmaya hazırlanırken gözüm güne merhaba demek üzere olan sokakta yem yiyen kuşlara ve yanlarındaki bir çocuğa ilişiyor. Ne güzelsin sen çocuk! Her hamlende uçan kuşların, tekrar yere inmesini bekleyecek kadar sabırlı olmayı nereden öğrendin* diyorum içimden.
Camı aralayıp bahar kokusunu içime çekiyorum; fark ediyorum ki yeni bir mevsim başlamış bile. Usul usul esen bir rüzgar camımı iyiden iyiye aralayıp güneşin ışıklarını ilk ışıklarını odama dolduruyor. Dokunsan eline kıymık saplanacak hikayelerimin, gece boyu kalemimin ucunda kıvranan serseri cümlelerimin ev sahibi müsveddelerimi rüzgarlı bir sabahta açık bir pencerenin kenarına koyuyorum.
Yeniden doğan güneşin ışıklarında açıyorum gözlerimi.