Ülkemiz bir zamanlar adeta bir ‘canavara’ benzetilen enflasyondan çok çekmişti. Öyle ki, 1990’lı yıllarda üç haneli oranları gören enflasyon, 2000’li yıllarla beraber yeni bir hikâyeyi daha beraberinde getirdi.
Değerli okuyucularımız hatırlayacaklardır, ülkemizde 2001 yılında yaşanan ekonomik kriz, hanehalkında dolarizasyonun hızla artması, dalgalı kura geçiş sonrasında döviz kurlarındaki ani yükselişler, faizlerin dört haneli oranlara çıkması; krizin giderek daha da derinleşmesine sebep olmuştu. Öyle ki, bankalararası işlemlerde gecelik repo faizleri %7500’lere kadar yükselmiş; Hazine’nin borçlanma faizleri de %150’lere yaklaşmıştı. Uzunca bir süredir üç haneli enflasyon oranlarıyla mücadele eden Türkiye ekonomisinde, 2000 yılında %39 seviyesinde olan tüketici fiyarlarındaki artış oranı 2001 yılıyla beraber %68,5 düzeyine yükselmişti.
Her sıkıntılı zamanın ardından gerektiği gibi, 2001 krizinden sonra da yapısal reform ihtiyacı hasıl olmuş ve bunun sonucunda “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” adı verilen yapısal reform programı uygulamaya konarak disiplinli bir para ve maliye politikası izlenmiştir. Enflasyon karşıtı bir yaklaşımla istikrarlı ekonomik büyümeyi odak noktasına koyan bu program aynı zamanda bankacılık sisteminin güçlendirilmesi ve bağımsız merkez bankacılığı hususlarına da vurgu yaptı. Güçlü ve kararlı politika adımlarıyla birlikte ülkemizde enflasyon oranı 2011 yılının Mart ayı itibarıyla %4’e kadar gerilerken son dönemlerde yine bir miktar bozulma emareleri gösterdi. 2018 yılının son aylarında %25’e kadar yükselen enflasyon oranı Nisan ayı itibarıyla %10,94 seviyesinde gerçekleşti.
Enflasyon oranı dediğimizde en basit şekilde fiyatlar genel seviyesindeki sürekli artış tanımı karşımıza çıkıyor. Örnek olarak ,TÜFE olarak nitelendirilen tüketici fiyatları endeksi, belirli mal ve hizmet gruplarının yer aldığı bir sepetin dönemler itibarıyla fiyatlar genel seviyesinin hesaplanmasına dayanıyor. Endeksteki aylık ve yıllık değişim oranları ise bizi enflasyon tanımına ulaştırıyor. Enflasyon oranının gerilemesi fiyatların düşmesine değil, fiyatların artış hızının yavaşlamasına işaret ediyor.
Peki fiyatların düşmesi dediğimizde aklımıza ne gelmeli? İşte bu sorunun cevabı ise bizi deflasyon tanımına götürüyor. Enflasyon tanımının aksine deflasyon dediğimizde ise fiyatlar genel seviyesindeki sürekli azalış hali aklımıza gelmeli. Yine belirli mal ve hizmetlerin belirli dönemler itibarıyla fiyatlarındaki sürekli düşüş deflasyon olarak nitelendiriliyor.
Fiyatların gerilemesi her ne kadar kulağa güzel bir şey gibi gelse de konuyu biraz daha derinlemesine irdelediğimizde bunun çok daha iyi bir şey olmadığını görüyoruz. Fiyatların sürekli olarak gerilemesi, fiyatları gerileyen ürünlerin üreticilerinin üretimlerini sonlandırmalarına sebep olur ki bu durum ülkenin toplam çıktısını da olumsuz yönde etkileyecektir. İlgili okuyucularımız anımsayacaklardır, Japonya uzun yıllar deflasyonist bir ortamda büyüyememe sıkıntısıyla başa çıkmaya çalışmıştı.
İçinden geçtiğimiz zorlu dönem arz ve talebin aynı anda keskin bir şokla karşı karşıya kaldığı bir dönem. Üretimin ve özellikle de hizmetler sektörünün durma noktasına gelmesi, önümüzdeki dönemde ülkelerin enflasyon riskinden ziyade deflasyon riskiyle karşı karşıya kalacağının da bir habercisi niteliğinde. Dün açıklanan verilere göre ABD’de tüketici fiyatları aylık bazda %0,8 oranında gerilerken yıllık enflasyon ise %0,3’e geriledi. Fiyatlar genel seviyesindeki aylık bazda %0,8’lik gerileme tüm dünyayı etkisi altına alan 2008 yılındaki Küresel Ekonomik Kriz’den bu yana en büyük düşüş olarak kayıtlara geçti.
Talebin bir hayli düşük olduğu ve ekonomilerin büyük oranlarda küçülme riskiyle karşı karşıya kaldığı mevcut durumda bir de deflasyon riskinin baş göstermesi bizlere, Kovid-19’un ekonomiler için beklendiğinden çok daha fazla hasarlı bir dönemin sebebi olacağını bir kez daha gösteriyor.
Güzel ve sağlıklı bir hafta geçirmeniz ümidiyle…
Bu yazı 13 Mayıs 2020 tarihinde Ticari Hayat Gazetesi‘nde yayınlanmıştır.