anahtar.

Sararmış fotoğrafların hatıralarla el ele verip dolaştığı albümleri saymazsak çocukluğuma dair en net hatırladığım iki şeyden birisi, mahallemizin suskun ama bir o kadar yürekli abisi Nihat Abi, diğeri de doğduğum gün dikilen, beraber yaş aldıkça bazen dallarından beslendiğimiz bazen de gölgesinde nefeslendiğimiz vişne ağacıydı sayın okuyucu.

Nihat Abi mi yoksa vişne ağacı mı zorluklara daha dayanıklıydı diye çocuk aklımla kestiremediğim anların üzerinden çok zaman geçti.

Hani küçük yerlerin ‘kime sorsan gösterirler’ mekanları olur ya, Nihat Abi de mahallemizin ‘kime sorsan gösterirler’ insanlarındandı. Yüzünde, soğuklarda daha da ortaya çıkan bir yara iziyle salınan bu yakışıklı abimiz aynı zamanda elinde o zamanlar neye benzediğini çok da çıkartamadığımız bir anahtarlığın ucunda sallanan anahtarıyla nam salmıştı. Peşi sıra yırtılan takvim yapraklarına inat geçmişi bir sancak gibi sırtında taşıyan Nihat Abi, yaşlı bir adamın ağzındaki dişler gibi tek tük kalan Arnavut kaldırımına çıktığında biz, mahallenin genç kızlarının gecesine görecekleri rüyayı az çok tahmin edebiliyorduk. Nihat Abi aynı sebeplerle olmasa da genç kızların rüyalarını süslediği kadar bizim rüyalarımızı da süslüyordu. Her gördüğümüzde özenle elinde çevirdiği, ondan güç bulduğu yüzünden okunan anahtarının hangi kilidi açtığı sorusu, gün aşırı üzerine kafa patlattığımız, hararetli tartışmalarla sonuca varmaya çalıştığımız ancak günün sonunda yine aynı cevaplarla akşam ezanını müteakip evimize dönmek zorunda kaldığımız bir meseleydi. Kafaya koymuştum çocuk aklımla: Bir gün henüz bir metreyi yeni aşan boyumla vişne ağacıyla yarışan Nihat Abi’nin karşısına dikilip (!) soracaktım “Abi kurbanın olayım, bu anahtar da neyin nesi?” diye…

Günlerimiz, bir milli takım edasıyla bir araya gelip de üst mahalleyle kıran kırana yaptığımız maçlarda omuz omuza verdiğim arkadaşlarımla arta kalan zamanlarda da kafa kafaya verip Nihat Abi’nin anahtarının hangi kilidi açtığını düşünmekle geçiyordu. Giyimine kuşamına dikkat eder, tabiri caizse jilet gibi dolaşırdı mahallemizin bıçkın abisi. Ama hiç de öyle avucunda gezdirdiği anahtarının kilitlediği bir kasası, kasasında dünyalarca parası var gibi değildi. Mücevher falan desek hak getire; kazandığı beş kuruş parasının üç kuruşunu zaten mahallemizdeki ihtiyaç sahipleriyle bölüşürdü. Arabası falan da yoktu Nihat Abi’nin. O zamanlar gideceği her yere yürüdüğünü zannederdik. “Neyin nesiydi bu anahtar?” sorusu eşliğinde aylar, yıllar geçmeye devam ediyordu.

Nihat Abi’nin rüyalarına misafir olduğu mahallemizin genç kızları artık kendi yuvalarını kurmuş, kendi evlatlarıyla tekrar mahallemizi ziyaret ediyordu. Üst mahalleyle olan hukukumuz, taşlardan kalelerle yaptığımız maçlarda onları alt etmekten çıkmış orada oturan güzel kızlara kaçamak bakışlar atmaya doğru evrilmişti. Zihnimizi Nihat Abi’nin anahtarından ziyade okuldan nasıl kaçarız planlarıyla doldurmaya başlamıştık.

Günlerden bir gün Nihat Abi’yi kendi kadar sağlam vişne ağacının gölgesinde otururken buldum. O yıllardır hayalini kurduğum karşısına dikilip de anahtarın gizini öğrenme anım sanırım gelip çatmıştı. Kararlı ama bir o kadar da korkak adımlarla yaklaştım ve usulca yanı başına oturdum. Zihnindeki düşünce bulutlarının gayet rahat göründüğü Nihat Abi daha ben bir şey sormadan içindekileri dökmeye başladı. Beklemiyordum bu dökülmeyi, ne yalan söyleyeyim… İşin daha da garibi, peşi sıra kurduğu cümlelerinin arasında yıllar yılı üzerine kafa patlattığımız, türlü teorilerle esrarını çözmeye başladığımız anahtarın gizemine de yer veriyordu. Tek kelime edemiyordum karşısında ki Nihat Abi zihnimdeki tüm soruları zaten ben sormadan cevaplıyordu. Birden ayağa kalkıp da “hadi eyvallah…” dediğinde kendime geldim. O arkasına bile bakmadan usulca uzaklaşırken ben, adeta hipnoz olmuş bir şekilde ne kadar zamandır kendisini dinlediğimi çözmeye çalışıyordum.

Nihat Abi o gün onca cümlesinin sonuna tek bir “hadi eyvallah” kondurdu ve gitti. Kendisinden son haber alan, kendisinin son veda ettiği, kendisine son veda edemeyen ve kendisini son gören ben oldum mahallemizde.

Zaman su gibi aktı. Hatırladığım kadarıyla önce o mahalleden taşındık, sonra da kendimi hayatın telaşesi içerisinde buldum. Bitmek bilmeyen sınavlar, oradan oraya koşturmacalar, hayatımın aşkını bulmalar, aynı hızla terk edilmeler, bırakılan ve bıraktığım hatıralar, hatıralara eşlik eden mutluluklar, bu sefer tamam’lar, bu da mı gol değil’ler… Bütün bunlar yaşanırken kaç tane takvim yaprağı yırttığımı kestiremiyorum. Lakin kestirebildiğim bir şey var ki o da geride kalan hayatın bu kısmının dolu dolu geride kaldığı…

Tolstoy’un bir sözü vardır: “Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar: ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir.” Benim hikayem katmerli muhteşem olsun istediğimden sanırım, yabancı olacağım bir şehre doğru yolculuğa çıkarak başlatıyorum oyunun yeni perdesini. Trenin usul usul sallanmasından, makaslardan geçerken çıkan sesten, camın öte tarafında su gibi akan hiç bilmediğimiz hayatlardan çok uzun zamandır bir yolculuğa çıkmadığımı anlıyorum.

Böyle yolculuklarda insanın akıp giden görüntüyü bir anlığına durdurup da fark ettiği, yanında yakınında başka bir arkadaşı bulunmayan, tek ve yalnız bir ev vardır hani sayın okuyucu. Gözlerini yeni aralıyor, bünyeni uyku mahmurluğundan yeni yeni sıyırıyorsundur. Otomobilin, otobüsün, trenin o an nereden geçtiğini bilebilmen imkânsız… Şehrin adını bilmezsin, yaşayan kimseyi tanımazsın, o evin ne zaman yapıldığını kestiremezsin. Ama orada, o tek ve yalnız bir evde dahi mutlu olunabileceğini hissedersin.

İşte tam olarak böyle bir anın verdiği hisle gözüm elimde çevirdiğim anahtara ilişti. Sararmış fotoğrafların hatıralarla el ele verip dolaştığı albümleri koyduğum bir çanta ve doğum günümde dikilen ağaçtan topladığım vişnelerin yanında bir de bir türlü elimden düşüremediğim anahtarımla birlikte Tolstoy’un sözünün doğruluğunu araştırmaya koyulmuştum bile

Bir süre elimde çevirdiğim anahtarıma baktım, baktığım anahtarımı elimde çevirdim. Hemen ardından ise tıkır tıkır ilerleyen trenin geride bıraktığı bir şehrin nice hayatları bağrına bastığı bir mahallesinde yaşayan yakışıklı bir abimizin miras bıraktığı hikâyede çok yıl sonra yeniden anlamlandıracak pek çok şey olduğunu görerek* başımı cama yasladım ve yeni bir hikayede açmak üzere gözlerimi kapadım.


anahtar

 

 

 

 

 

* Canım Murathan Mungan’ın Harita Metod Defteri’nden…
Reklam

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s