Sabahın ilk ışıklarının günün erken saatlerinde ışıdığı, günün sayısız hikayesinin Cemil’in zihninde sayısız düşünceyle dost olduğu, zaten geç biten bir günün daha da uzayan saatlerine yorgun bir bedenin eşlik ettiği uzun yaz günleri… Birkaç saat sonra yine günün ilk ışıklarının perdenin arasından sızıp göz bebeklerine konuk olduğu yaz günleri…
Islak iskele kokusunu* taze demlenmiş kahve kokusu kadar sevdiği bu yaz günlerinin sonuna gelmişti artık Cemil. Bütün bir sene yorgunluktan şikayet eden ve dinlenme hayali kuran kalabalıklar -değil dinlenmek- daha da yorulmuş bir şekilde şikayet edecekleri hayatlarına geri dönmüştü bile. Kalabalıkların arasındaki insanlar yine birbirlerine bakmışlar ancak birbirlerini bir türlü görmemişlerdi. Güneş geç doğmaya, erken batmaya başlamıştı. Güneşin battığı yer bile değişmişti sayın okuyucu. Güneşin yeri gibi Cemil’in gün batımlarını beraber izlediği sandalyesinin yeri de değişmişti.
Zihninde dolaşıp duran sayısız fikrin dinginleşen tabiata eşlik edercesine şöyle bir durup dinlenip demlendiği Eylül ayının takvim yapraklarını üst üste koyup çekmecesine kaldırdı Cemil. Usul usul esen ilkbahar rüzgarlarına merhaba demek için çiçek açan tomurcuklara benzer uç veren bir dolu fikri ve hissi; uzun yaz günleri ve serin yaz geceleriyle yoğrulup sararan yapraklarla birlikte artık demlenmişti.
Zihninin demini alan parçaları süzülünce kulağına yeni bir macerayı fısıldadılar. Denizlerin üzerinde yürümeye başlayınca karalarda koşanlar durup ona baktılar. O da sığınacağı adaları birer birer batırdı, gitti**.
Şehirlerarası dinlenme tesisi soğuğunu bilirsin sayın okuyucu. Sadece hava durumuyla açıklanamayacak bir soğukluktur bu, daha ziyade ıssızlık. Çat diye açılan ışıkların böldüğü uykuya veda etmenin mutsuzluğuyla daha sormadan önüne konan çayın tatsızlığı birbiriyle yarışıyordu. Ha sorsalardı ‘hayır’ diyebilir miydi bilinmez, çünkü uzun zamandır bir şey diyemiyordu. Biraz uzaktaki hoparlörden geceyi bıçak gibi kesen anonsu da tam olarak duyamıyordu. Ha yakınında olsaydı duyabilir miydi bilinmez, çünkü uzun zamandır bir şey duyamıyordu. Uykuları zorla bölünen gözleri şiş, gönülleri mutsuz insanların durgun ifadelerinden de bir şey anlayamıyordu Cemil. Ha gülümseselerdi anlayabilir miydi bilinmez, çünkü uzun zamandır bir şey anlayamıyordu.
Telefonunu cebinden çıkarıp da saatlerdir baktığı o son mesajına bir kez daha baktı: “Görüldü…” Mesaj görülmüş ancak Cemil’in kendisi bir türlü görülmüyordu. Tıpkı o, ıssız bir dinlenme tesisinde tatsız bir çayı yudumlamak için savaşırken kendisine sadece bakan insanlar tarafından görülmediği gibi.
Görüldüğünü iddia edip de yalan söyleyen iki tikin mavisini geride bırakıp çıktığı yolculuğunun sonunda denizin mavisine kavuştu Cemil. Güneşin ısıtmayı bırakıp da sadece aydınlatmaya geçmek üzere olduğu Ekim günlerinden birinde, sahile çektiği bir iskemlenin üzerinde deniz kokusunda, martı sesinde, kitap satırlarında ve kahve tadında kendini yeniden bulmaya çalışıyordu şimdi. Sırtı güneşin bulutların arasından süzülen ışıklarıyla*** ısınırken göğsü ise yanına yaklaşan bir çift göz ile sıcacık oldu.
Önünde duran kağıdın sonuna gelen Cemil son satırlarını yazdı: “Islak iskele kokulu yaz mevsiminden kuru yaprakların süzüldüğü güz mevsimine öğrendim ki; bu hayatta her şeyden çok ‘görülmek’ gerek.”
Mevlana’nın da dediği gibi bize gözün değil gönlün gördüğü yürek gerek sayın okuyucu, bizi gören bir çift göze sahip olmak gerek.

* Babam Beni Şahdamarımdan Öptü’den…
** Özdemir Asaf’ın Macera’sından…
*** Tezer Özlü satırları…