Gözlerini araladığında çoktan sabah olmuş, derinlerden bir yerden telefonunun alarmı durmaksızın çalıyordu. Gözlerini bir süre tavanda dönüp duran pervaneden ayırmadı. Yeni güne başlamanın verdiği umut ve heyecanla elini yatağın yan tarafına atmıştı ki, bir ten sıcaklığından ziyade bir kâğıt serinliği karşıladı onu.
Bütün bir geceyi beyaz bir kâğıda sarılarak geçirdiğini düşünecek kadar delirmediyse eğer günün ilk ışıklarında yatağın diğer yanı el değiştirmişti. Sonunu bildiği bir hikâyeyi tekrar okuyacağını tahmin ederek aldı eline kâğıdı Ünal. Çok uzun sürmeyen bir sessizliği tek bir yaprağa sığan onca cümlenin sonuncuları bozdu: “İçim kalabalık çekiyor. İnsanlar çekiyor. Çocuklar istiyorum; haşarı, sarışın, esmer… Seyahatler çekiyor içim. Hoşça kal…”
Ünal istasyona girdiğinde nefesini de olanları da kontrol etmekte hayli sıkıntı çekiyordu. Bir tarafta gidenler, diğer tarafta istese de gidemeyenler… İkisinin de ortak noktası birbirlerine el sallıyorlar, belli belirsiz bir düzen ile. İstasyonun uğultusunu tam orta yerinden bölen keskin bir düdük sesi bu belirsiz düzeni bozdu. Tren, yılların yorgunluğunu üzerinde taşıyan bir ihtiyar gibi yola koyulurken gidenler el sallamayı bıraktılar, gidemeyenler ise gözyaşlarını. Küçüldüler, küçüldüler, artık görünmez hale geldiler. Ünal, acıklı bir film sahnesini andıran bu ortama şöyle bir bakış atıp da istasyonun dışına çıktığında kendisinin bu filmin esas oğlanı olduğunu ancak idrak etti.
Nefesi ancak yerine gelen Ünal elleri cebinde, bozkırlardan geçse de bir türlü denizlere çıkmayan sokakların birinde yürürken, ayakkabısının eskiyen topuğunun çıkardığı sese uzaklardan bir yerden duyduğu keman sesi eşlik ediyordu. Belli belirsiz yağan yağmurun varlığı hafifçe ıslanan kaldırım taşlarından ve Ünal’ın saçlarından süzülen damlalardan belli oluyordu ancak. Daha yarısına erişmediği bir güne sığdırdığı bunca yorgunluğuna ancak taze demlenmiş bir kahvenin, bir de kâğıda dökülen birkaç satırın ilaç olabileceğini düşündü.
Dostoyevski İnsancıklar’ında şöyle der sayın okuyucu: “İnsana olan saygımı korumak için insanlardan uzak duruyorum.” Ünal da tam bu yüzden -her zamanki gibi- insanlardan en uzak masaya oturdu. Garsonla göz göze gelip kahvesini sipariş etti. Tam o anda gözü diğer uçtaki masaya ilişti. Masanın üzerine konuşlanmış sayısız tabak, birbirlerine bir an bile gülümsemeyen, işin fenası hiç gülümseyeceğe de benzemeyen bir çiftin yegâne kurtuluş yolu olarak görülüyordu. Belli ki bittiği kabullenemeyen bir birliktelik daha, pazar sabahı erkenden yapılan bir serpme kahvaltıyla kurtarılmaya çalışıyordu. İki kişinin zihnindekiler yerine masaya yatırılan ve her birinden birer lokma alıp da feraha erileceği düşünülen tabaklar evdeki koridora benzer; kullanışsız ve belki de gereksiz. Durduk yere ve hiç yarar sağlamayacak şekilde hayatın metrekaresinden çalıyor.
Ünal bütün bunları düşünedursun, önündeki kahve soğumuş, ağzında acı bir tat bırakmıştı. Bir sihirli değneğe sahip olmayı düşledi Ünal; kendini bir tren yolcuğunda sıcacık kahvesiyle dışarıda bir film şeridi gibi akıp giden görüntülere bakarken hayal etti. Huzuru bulmak için koyulduğun bir tren yolcuğunda bilmediği bir yerden geçerken gözüne çarpan evi düşün sayın okuyucu. Tren oracıkta dursa nerede olduğunu bilmezsin, kimseyi tanımazsın. Ama o tek başına duran evde mutlu olunabileceğini hissedersin. Elinde bir sihirli değnek olsa huzuru bulmak için yollar kat etmek, çoktan biten bir birlikteliğin kurtuluşu için serpme kahvaltıdan medet ummak gereğini ortadan kaldırırdı Ünal. Yatağında gözünü açıp da mavi gökyüzüyle buluşmak yeterdi aslında.
Ünal’ın bir sihirli değneği olsa kıvrılan rayların üzerinde süzülen bir trende olmayı isterdi evet. Ama içinde onun olmadığı trene binip de gidenlerden hiçbiri geri dönmedi. Gittiler, geride kulakları sağır eden bir düdük sesi, hıçkırıklara karışan bir tren gürültüsü, bir de ıssız kalan bir istasyon uğultusu bıraktılar. Bir şarkının nakaratını bırakılar boğazın derinlerinde bir yere. Arasından gün ışıyan bir perde aralığı, köşesinde tebessümün kaldığı bir kahve fincanı ile üzerinde koku henüz gitmemiş bir sabahlık bıraktılar*. Şehrin köşe başlarını, çocuk parkını gören boş banları, namussuz kalabalıkların ezdiği kaldırımları onlarca hatırayla beraber bıraktılar.
Bir insanı sevmekle başlıyordu her şey, uğultuyu orta yerinden yırtan bir düdük sesiyle bitiyordu.
Peki ben bütün bunları nereden mi biliyorum? Bir süredir hiç bakmadığı köşedeki masadan izlediğim Ünal’ın masanın üzerine bırakıp gittikten sonra okuduğum, beyaz kâğıdının üzerine yıldız tozu gibi serpiştirdiği satırlarının yalancısıyım.
Ben onun satırlarının arasında kaybolurken o, postalamayacağı bir mektubu yazmanın sırrıyla, konuşmaktan değil de saklamaktan geçen özgürlüğün yoluna çoktan koyulmuş, yolunu karmaşıklaştırdıkça damarlarında ustalaşmaya başlamıştı.
* Tarık Tufan’ın satırlarından…