Osman, elinde tuttuğu kağıdın üzerindeki satırlara ne kadar donuk bakılabilirse o kadar donuk bakıyordu. Nefes alıp veriyor olduğunun tek emaresi kıpırdayan gözleriydi. “Bir sabah uyanıp üzerimdeki pijamaların üzerine son senelerimin vazgeçilmezi olan kravat ve ceketimi alıp da kapıda duran emektarıma atlayıp ufka doğru gitmek istiyorum.
Peki gitmek ne demek? Mekansal bir değişim mi? İçsel bir yolculuk mu? Gidebildiğimi mi zannedeceğim gerçekten de? Emektarıma binip gittiğimde kendimden, yaşadıklarımdan ne kadar uzaklaşabileceğim; büyük merak konusu.”*
Bundan birkaç yıl önce dokunmalara kıyamadığım beyaz kağıtların üzerine karaladığım satırların yer aldığı, zarflarını allayıp ‘pullayıp’ da bir güzel kapatsam da postane yerine çekmeceme gönderdiğim mektuplar… Gönderilmemiş mektupların sihrinden bahsediyorum sayın okuyucu. Tıpkı Tarık Abi’nin (Tufan) dediği gibi; konuşmaktan çok saklamanın verdiği o garip histen…** Hatırlıyorum da, yaklaşık birkaç dakika sonra poğaça kokacak, hayatın başlayacağı sokağıma gün doğmak üzereyken kaleme almıştım bu satırları. Gözüm kapıda duran yıllardır kahrıma da sevincime de ortak olan emektarımda; burnumda ise bütün bir gecenin izlerini taşıyan dolu bir kül tablasından taşan is kokusuyla yalamıştım zarfı. Büyük bir iştahla…
Aradan uzunca bir zaman geçti. Doğu’dayım, zamanın yavaş aktığı yerde***… Yürüyen merdivenlerde dahi beklemeye ne vakti ne de takati olan, gideceği yere yine de geciken Batılıların aksine usul usul çektiği nargilesinden çıkan dumanda nice hayaller büyüten insanların diyarındayım. Bir ağacın gölgesinde başındaki kasketi önüne düşüren amcanın ben geldiğimde uykusundan nasıl olur da birden uyanabildiğini bilemediğim yer…
Verdiği dersin mutluluğunun yüzünde oluşturduğu gülümsemeyi, gürültülü sokakları arşınlayan kalabalıkların yüzündeki somurtmaya tercih etmemin üzerinden uzunca bir zaman geçti. Yani denizin dibine dalıp da sadece kendi çığlığımı duymak istediğim zamanların üzerinden… Yani nereye gittiğimi bilmediğim bir vapurun güvertesinde gökyüzünün maviliğine aşık olurken ‘bilmemenin’, aynı vapurun alt katında mahkum bilgisizliklerden daha çekici geldiği zamanların**** üzerinden… Geceler boyu birbirini kovalayan sigara izmaritlerine eşlik eden sözcüklerimin kullanım hakkını şartlarını kendisinin belirleyeceği bir kontrat çerçevesinde, Ticaret Hukuku’nun bana verdiği yetkiye dayanarak bir sabah Osman’a emanet etmemden hemen öncesi yani…
Şu hayatta söylenmemiş hiçbir şey kalmasın diye uzun uzun yazarım sayın okuyucu. Dişlerimin arasında çiğnerim sözcüklerimi, yavaş yavaş. Kaybolmasınlar diye****… Üzerine isimlerin, adreslerin özenle yazıldığı, her biri için aynı itinayla seçilen pulların yapıştırıldığı zarfları postaneye değil de çekmeceme bırakırım, yazdıklarımı herkes okumasın diye.
Tıpkı yazarın da dediği gibi; “bir şehir ayrı köşelerde farklı hayatlar, farklı heyecanlar yaşatacak kadar karmaşık.*****” Diz vermiş pijamamın üzerine kravat ve ceketle göründüğüm halim yetmiyormuş gibi arkamda bıraktığım is kokulu bir evin anahtarını teslim edip de çıkışımın sadece birkaç dakika alması Osman’ı yerine adeta mıh gibi çakmıştı. Eminim ben kararsız adımlarla, son dersi Beden Eğitimi olduğu için üşendiğinden üzerini giyinmeyen bir ortaokul öğrencisini andıran halimle (yüzümdeki çizgileri, saçımdaki akları falan düşününce bir ortaokul öğrencisini andıran yegâne halimin gerçekten bunlar olduğunu düşünüyorum) sokağın başına gitmişken Osman ne açık kalan ağzını kapatabilmiş ne de olduğu yerden bir santim öteye kıpırdayabilmişti. Hiç şüphe yok ki o da bu kıpırdamama halleri için Ticaret Hukuku’ndan yetki alıyordu, ne de olsa masanın üzerinde kapı gibi kontratı vardı. Arkamı dönüp de kapıya doğru yürürken dilimden dökülen birkaç cümle apartman boşluğunda yankılanıyordu: “Sonsuza değin gitmek, varacağımız yere varmadan gitmek, hatta hiçbir yere varmadan gitmek istiyorum. Hep gitmek, durmadan, hiç durmadan gitmek…******”
Kırılmasına kendi sebep olmadığı buz parçalarıyla kesilen adamlardan Osman. Belli ki hayatın ani ve dengesiz devinimleri dengesini bozmuş ki yazdıklarında konudan konuya atlıyor. Dünyanın bütün bilim insanlarının Kovid-19 aşısı mesaisi bittiğinde bence bir de zarif bir geçişin icadı konusuna eğilmeliler; aşktan ayrılığa, birliktelikten yalnızlığa… Yoksa sanıyorum ki insan vücudu bu ani geçişlere o kadar da hızlı ayak uydurabilecek bir yapıda gönderilmemiş dünyamıza. Sonu meçhul cümleler ile dolup taşan küllükler kanıtı…
Sadece bir şehrin değil küçücük bir evin aynı köşesi de farklı hayatlara kiralanıyordu bugünlerde sayın okuyucu. Ve bu günlerin birine daha merhaba demek üzereyken Osman, elinde tuttuğu mektubun sonlarına geliyordu, aynı donuklukla:
“Yanında, civarında dolaşmadıkça karşılaşsak da fark etmediğimiz, tıpkı oksijen gibi varlığını satır aralarında kaybettiğimizi yokluğunda anladığımız bir sözcüktü özgürlük. Özgürlük, insanın kendi hayaletinden kurtulabilmesi, sararmış fotoğraflar albümünü ateşe atabilmesi, bir vapurun güvertesinde mavi gökyüzüne doğru gidebilmesiydi.”**
Osman elinde tuttuğu kâğıdı usulca katladı, sigarasını yavaşça söndürdü ve yeni günün ışıklarının kaçamaklarını perdesini aralayarak sonlandırdı.
* Ercan Mehmet Erdem’in Ot Dergisi’ndeki satırlarından…
** Tarık Tufan…
*** Yahya Coşkun…
**** Alıntı.
***** Handan Balıoğlu’nun Masa Dergisi’ndeki satırlarından…
****** Halikarnas Balıkçısı…