Bir önceki geceyle birleştirdiğim sabahlardan birinde, kahvemi alıp da köşe başını döndüğümde tanıdık bir yüz görmüştüm. Uzaktan gördüğümde dahi gözlerindeki parıltı günümü aydınlatmıştı. Uzunca bir süredir görmediğimin özleminden mi yoksa bir an önce bu parıltıyı paylaşmak istemesinden mi bilinmez; adımlarını hızlandırdı, adeta koşarak geldi yanıma.
Birbirini yıllardır görmeyen iki eski dost ne kadar sıkı sarılabilirse birbirine o kadar sıkı sarıp sarmaladık birbirimizi. “Dur sana bir bakayım!” dedi Yavuz, “çok iyi gördüm seni” diye de ekledi. Allahtan insanın beyninin içindeki cam kırıkları öyle dışarıdan bakışta görünmüyor sayın okuyucu. Kadim dostumla birbirimizi yeniden bulmamızdan mıdır bilinmez; her biri kendi dünyasını kurtarmak üzere hedefine kararlılıkla yürüyen insanlar sanki uzaklardan belli belirsiz çalınan bir ezgi eşliğinde dans eder olmuştu. “Nasıl da özlemişim oğlum seni!” cümlesi ancak çıkabildi ağzımdan. Eski dostumla karşılaşmam yeni günün güzel geçeceğinin habercisiydi.
Yavuz ile komşu çocuklarıydık sayın okuyucu. Başkentin, akşam olunca tepesinde bir bulutu andırırcasına beliren soba dumanının altında şekillenen hayatların misafir olduğu bir mahallenin sakinleriydik. Gerçekten sakin miydik tartışılır ancak hayattan huzurlu yaşamaktan başka bir şey beklemeyenlerin güçlerini birleştirdiği bir yerdeydik. Kısa süreli ömrümüze bir dolu ortak noktayı sığdırabilmiştik onunla. İkimizin de babası evden bir çıkar, birkaç hafta dönmezdi mesela. Hadi benimkinin yurdun bambaşka köşelerine gidip de devlete hizmet ettiğini biliyorduk. Ama Yavuz’unkinin yurdun hangi köşesine gidip de kime hizmet ettiğini hiçbir zaman öğrenemedik. Zaten bir süre sonra bilmediklerimizin arasına babasının hayatta olup olmadığı da eklenmişti. Aklına babası düştüğü zaman gözlerine de bir kor düşerdi Yavuz’un. Sen yanımızda olsan çakır gözlerinden anlaman zor olurdu belki sayın okuyucu ama benim için gözlerine bakmama bile gerek kalmazdı. Tam da o anlarda kendimizi iyiden iyiye doldurup da bir düelloyu andırırcasına üst mahalleye maç teklif ederdik. Yavuz’un hayattan ve babasından yarım kalan alacaklarını sanki muhatabı onlarmış gibi yukarı mahallenin gençlerinden tahsil etmeye çalışırdık. Bir yandan da zannederdik, dar alandaki kısa paslaşmalarımızla mahallenin kızlarının gönlünü çalıyorduk. Ama ne tahsilatı gerçekleştirebildik ne de kısa paslarımız gönül çalmada etkili oldu. Üstüne bir de nasıl bu kadar hızlı geliştiklerine anlam veremediğimiz rakiplerimizden fark etmeden bir güzel dayak yiyip boyumuzun ölçüsünü alıp eve dönerdik. Kendi çöplüğümüze dönüp de kritiğini yapmaya kalktığımızda ise kısa bir süre içerisinde yeniden intikam yeminleri etmeye başlardık. Aradan henüz iki gün geçmeden, dönmemekte ısrar eden Yavuz’un babasına duyduğumuz hırsla birlikte kendimizi yukarı mahallede bulurduk. Hikâyenin bu kısmını artık sen de biliyorsun sayın okuyucu…
Ortak noktalarımızın çokluğundan bahsetmiştim ya hani; pek fikir ayrılığına da düşmezdik Yavuz’la. Bunun bizim için büyük bir şans olduğunu zannederdik; ta ki hayatımızın – o zamanlardaki – en önemli kararında da fikir ayrılığına düşmemiş olmamız başıma büyük bir dert açana kadar. Bizim mahallenin diğer kızları sanki kazana düşmüş de ikimizin gönlüne aynı ateş düşmüştü. Et ile tırnağın, ay ile yıldızın, Zeki ile Metin’in arasına bir çift ela göz, bir çift kara kaş, bir çift gamze girmişti. Yüreğimizin kanamasıyla beraber birbirimize olan nefretimiz ne kadar süreyle büyüdü hatırlamıyorum ama günlerden bir gün bu hikâyede yananın biz olduğunu, o gamzelerin başkası için çiçeklendiğini gördüğümüzde anladık. Yavuz ile kan kardeşi olmuştuk artık. Hem de yüreklerimizi kanatıp…
Bulduğumuz bir çay bahçesinde oturup da birbirimize hasretle bakmadan az önce ikimizin de zihninde sana anlattıklarımın canlandığına eminim sayın okuyucu. Yıllar sonra kadim dostumu yeniden görmemin sevinci bir yana, Yavuz’un içinin içine sığmadığını sadece ben değil herkes görebiliyordu. Farklı bir ışıltısı vardı gözlerinin. Gönlüne düşen korun ışıltısıydı bu. O anlatıyordu, ben dinliyordum. O anlatıyordu, ben dinliyordum. O anlattıkça sanki bir bahar yağmuru kaldırımlar ıslatıyordu. O anlattıkça gökten yıldızlar süzülüyordu, kuyruklarını arkalarında bırakarak. O anlattıkça martılar sevinç çığlıklarıyla süslüyordu sabahı. O anlattıkça bahçedeki ağaçlar çiçeğe duruyor*, nilüferler duygun sularda baş gösteriyordu. O anlattıkça sokaktan geçen herkesin yüzünde sıcacık bir tebessüm beliriyordu.
Aradan uzunca bir süre geçti. Hatıralarını hayatını zehirli bir sarmaşık gibi saran günlük dertlerine kurban ettiğinde insan, zamanın ne kadar hızlı geçtiğini bile kestiremiyor. Sabahtan bu yana camın önüne oturup da beynimdeki can pazarıyla boğuştuğum günün akşamında, bir telefon sesi böldü sessizliği:
– “Abi iyi akşamlar…”
– “İyi akşamlar. İyi?”
– “Abi rahatsız ediyorum kusura bakma ama kardeşin şu an zor durumda.”
– “Sorun değil, ben zaten daha fazla rahatsız olamam şu an ama annemle babam benden sonra bir daha aşk ağaçları meyve versin istememiş.”
– “Affedersin abi, anlayamadım?”
– “Boş ver kardeşim, benim de anlayamadığım çok şey oluyor. Sen kardeşin mi dedin bakayım? Benim kardeşim yok ki?
– “Abi birim mekânda artık kendinden geçen birisi var. Son çare telefonuna bakalım dedik. Kardeşim diye kayıtlı olanı aradık, sen çıktın.”
– “Anladım kardeşim. Sen şu sizin mekânı bir tarif et bana bakalım; belki senin vesilenle yıllardır benden saklanan bir gizi falan çözerim. Tamam… Not alıyorum bir saniye…”
Yıllardır benden saklanan bir gizemle değil ama yıllardır benden saklandığını düşündüğüm kadim dostumun yeni suretiyle tanıştım. Yavuz’u gördüğümde onu bıraktığım halini anımsadım ama aradan kaç zaman geçtiğini kestiremedim. Belli ki zaman takvim yapraklarıyla birlikte birçok şeyi daha değiştirmiş. Daha uzağındayken bile yüzünde seçilen çizgiler, Yavuz’un hayatında olanların bir özeti gibiydi. Belli ki, yağmur damlaları her geçen gün biraz daha sersemleyen kaldırımları ıslatmıyordu artık. Belli ki, gökyüzü artık sıkı sıkı tutuyordu yıldızları, hiçbiri yanından ayrılmasın diye. Belli ki, martılar ölüm sessizliğine bürünüyordu artık sabahları, bahçedeki ağaçlar ise çiçek açmayı unutuyordu. Belli ki, nilüferlerin nerede olduğunu artık kimse bilmiyordu. Sokakta gördüğüm kimse artık tebessüm etmiyordu.
Beni görünce yığıldığı yerden doğrulmaya çalıştı ama kendi için çok büyük hamlesi hiçbir işe yaramamıştı. Yanına yaklaşmaya niyetlenmiştim ki, bir el işaretiyle durdurdu beni:
– “Dur sana bir bakayım, çok iyi gördüm seni!”
Bir çaba kucaklayıp yerden kaldırmak istedim onu. Kollarımı sardığımda fark ettim ki, ruhu kadar bedeni de cılız düşmüştü. Kaldırımları kare taşlarla bezeli mahallemizde hayata karşı direnerek büyümeye çalıştığımız zamanlara geri dönmüştü. Cisminin ismiyle alakası kalmamıştı.
“Nasıl da özlemişim oğlum seni!” cümlesi ancak çıkabildi ağzımdan.
Bunca gelgit insanda can bırakmamıştı** sayın okuyucu. Gözyaşlarımı elimin üzeriyle siliyordum yanaklarımdan.

* Şükrü Erbaş…
** Gökhan Dağıstanlı…