“Eninde sonunda gerçeklerle yüzleşmek zorundayız. Yoksa yakamızdan düşmezler. Karanlıkta, duvar diplerinde kırmızı gözleriyle bizi izlemeye devam ederler. Kocaman bıçaklarla arkamızdan sinsice yürürler. Canavarı öldürmek için onunla tanuşmak gerekir.”** Kucağımdan düşüp de parkenin üzerinde yuvarlanarak benden bir hayli uzaklaşmış kurşun kalemime uzanıp altını çizdim bu satırların. Altını çizmekten kanattığım satırlara yenilerini ekledim.
Category Kahve Yanı Yazıları
MMXVIII.
Buraya bazı şeyler koyuyorum sayın 2019. Yıl boyunca aklında olsun. Lazım olursa açar okursun. Olmazsa da olsun, bir zararı yok burada dursun.
şampiyon.
Bu sefer de altını çizmekten kanattığım satırlardan biriyle başlayayım söze sayın okuyucu: “İnsan mutlu olmak hedefini kendi keşfetmeli. Çünkü insanın görüp görebileceği yetmiş sene ve bu süre içinde daha önem taşıyan hiçbir gayesi yok, mutlu olmak dışında.” Ayak bastığımız topraklarda her şeyden olduğu gibi az önce okuduğun satırdan da değişik bir şey var: ortalama bir insan yetmiş sekiz sene yaşıyor bu topraklarda. Lakin değişik olmaması gereken bir şey varsa o da ne kadar yaşarsa yaşasın mutlu olmak dışında bir gayeye sahip olmaması gerektiği. Tıpkı bir şampiyon gibi.
uzak.
Birbirleri aralarında konuşulmamış ama üzerine gayet bir mutabakata varılmış bir düzende gökyüzünden yere doğru süzülen yağmur damlalarının cama vurduğundaki ses adeta bir ninni gibi geliyordu bana. Ara ara elimdeki kitabı kucağıma düşürecek kadar içim geçiyor, gözlerim ağırlaşıyor. Dizimin dibinden ayrılmayan, otoparkta arabamın yanından ayrılmayarak gözümün içine bakarak bir süredir artık evimin bir diğer sakini olmayı başarmış kedimin huzur içindeki mırıltısı, az önce bahsettiğim yağmur damlalarının sesine karışıyor. Bu iki sesin karışımı uzaklardan gelen bir huzurun habercisi gibi.
teşhis.
“-Evet, buyurun anlatın; sizi dinliyorum.”
“-Anlattım ya doktor hanım!”
“-Olsun, bir daha anlatın…”
Doktor mu beni dinlemiyordu yoksa ben mi anlatmayı beceremiyordum bilinmez ama bir kez daha anlatayım. Bu sefer hem sen de dinlersin sayın okuyucu.
fatura.
Adına tatil deyip de mutfakla oturmaktan artık şekli değişmiş koltuğum arasında mekik dokuduğum, en büyük eğlencemin güneş batarken soğuk kahvemi alıp da balkondan sokakta oynayan çocukları izlediğim günlerin kaçıncısında olduğumu bilmiyorum sayın okuyucu.
kavanoz.
İnsan ekseriyetle bir hengamenin içinde savrulup da anı yaşamaya vakit bulamıyor sayın okuyucu. Evinin kapısını çekerken zihnini kurcalayan onlarca düşünce yüzünden kavanozun ağzını kapatıp kapatmadığını hatırlayamayacak kadar dalgın oluyor. Hızlı hızlı arşınladığı sokaklarda yanından geçip giden insanların yüzüne bakmadan geçiriyor günlerini.
canım Botanik.
Her daim kendi kalemimizden dökülen satırlarla karşında olduk sayın okuyucu. Bu sefer ben konuştum, kalemi çok sevdiğim öğrencilerim -öğrenciden öte kardeşlerim- Yaren ve Zeynep’e devrettim. Hayatın koşturmacası arasında nefes aldığım, çocukluğumun geçtiği Atakule’nin gölgesinde kahvemi yudumlarken adeta kendimi şarj ettiğim ‘canım Botanik’te çok keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
allahaısmarladık.
Gözlerini açtığında henüz sabah olmamış zannetti Arda, her zaman odasına dolan gün ışıklarını göremeyince. Yataktan kendini adeta kazıdı, üzerindeki anlam veremediği bir ağırlık vardı bu sabah. Oysaki bir gece öncesinde tüm ailesiyle beraber aynı masayı paylaşmış, yatağına bir kuş gibi hafif gitmişti. ‘Çok uzun zamandır herkesi bir arada görememiştim, ne iyi ettim de geldim’ diye geçirdi içinden; hem uykuya dalmadan önce hem de uyandığının ilk saniyelerinde.
ah.
Otobüsten adımını attığında ilk gözüne çarpan dört beş tane dökük yazıhaneli, eski Türk filmlerinden günümüze taşınan o küçük otobüs terminaliydi Halil’in. Küçük bir çantayla çıktığı yolda kaç saati, kaç yüz kilometreyi arkasında bıraktığını düşünmeden, bilmediği yerlere ulaşmıştı sonunda.
büyük ayı.
Dört mevsimin de hakkını verdiği topraklardan yaşamaktan çok mutluyum sayın okuyucu. Her bir mevsim, özel bir anı -aslında birden fazla anı- içinde barındırıyor. Kış mevsimini düşün mesela. Gece boyu aralıksız yağan karın üzerine ilk izleri bıraktığın o sabahtaki kulakları sağır eden sessizliği.
karakutu.
Bundan 23 sene önce sayın okuyucu… Hastanelerde ‘check-in’ yapıp da hikayeler paylaşılmadığı; seçenekler arasındaki kararsızlığımın temellerini, bütün tatlılığımı takılırken verdiği acıyı hala hissedebildiğim serum iğnesinden kurtulmak için mi yoksa eve telefon edip de bizimkilerle konuşabilmek için mi harcamam gerektiği konusu üzerinde saatlerce düşünerek attığım zamanlar.
inşaat.
Dakikalardır ben şu oturduğum koltuğa, koltuğun yıllardır ait olduğu minibüs ise şu yola çakıldık kaldı sayın okuyucu. Herhangi bir tahıl boyu kadar ilerlemeyi başaramadığımız ve geride kalan onca zamanın ömrümden gittiğini düşünmek kalbimi dağlıyor. Gözlerimi azıcık kısıp da önüme odaklandığımda, havanın asfalttan duman çıkaracak sıcak olduğunu fark ediyorum. Gözlerimi ufuk çizgisine doğru birazcık daha kaldırdığımdaysa ilerlemeyi amaçladığımız yolun bir inşaat tarafından kesildiğini…
var olun.
Bundan iki sene önce, yine aynı başlığın altına karalamıştım satırlarımı sayın okuyucu. Onlarca yüreğin aynı hayal için atıp onlarca vücudun aynı sahnede ter döktüğü o fevkalade akşamın ardından, geride bıraktığımız serüveni kısaca özetleyip de emeği geçenlerin, söz uçar yazı kalır diyerek bir kağıdın satırlarında hep var olsunlar diye isimlerini zikretmiştim yazımda. İşte aradan tam tamına iki yıl geçmiş, biz bu iki yılda iki yeni hikayeyi daha o çok sevdiği, kendisini de çok seven seyircisiyle buluşturma imkanı bulduk. Allahım sana şükürler olsun.
hokka.
Başımın üstünü usulca kapatan yaprakların arasından sızan gün ışığının, yaprakların ufak hareketleriyle beraber gözümün içine misafir olduğu bir gün. Rüzgar bir yerlerden o kadar narin esiyor ki, parmağımı ıslatıp da nereden estiğini kestirmeye çalıştığımda dahi doğru cevabı bulamıyorum bir türlü. Bir yerlerden güzel mi güzel çiçek kokularını getiriyor ama aynı rüzgar. Bir defterim var önümde sayın okuyucu, bir kalemim; bir de kağıda dökülecek düşüncelerimin mürekkep formunda öylece durduğu hokka…
yeni kıta.
Bir yerde okumuştum sayın okuyucu; istasyonlar düğünlerden daha içten gülümsemelere, hastaneler mezarlıklardan daha içten dualara ev sahipliği yapar diyordu sözde. Bundan on yıl önce hiç olmadık bir zamanda gelen cesaretimin ürünü olarak yeni kıtayı keşfe gitmeye karar verdiğimde, artık köprüden önceki son çıkış olan Dış Hatlar Gidiş Terminalinde bir köşeye oturup da etrafı izlememle başladı; yolu otogarlardan, havaalanlarından gelip geçen insanların başrolde oynadığı filmleri izleme huyum.
keşif.
Yolum bir süredir bu taraflara düşmedi, düşemedi sayın okuyucu. Harita üzerinde abimin gençliğinin baharının, öğrencilik zamanlarının ev sahibi güzide şehrimizden bir çizgi çizsem, o çizdiğim çizginin sağına, o çok sevdiğim vatanımın doğusuna geçmemiştim hiç. Gerçekleşmeyi bekleyen 192816 hayalim daha bir kenarda dursun; lakin senden uzaklardayken birkaç hayalimi daha gerçekleştirmekle meşguldüm sayın okuyucu. Tekrar merhaba.
bir dünya, kadın.
“Togo’da evladını sokaktaki leğende yıkamaya çalışan kadının da, Çin’de günde 12 saat çalışıp da aylık 60 dolar alan kadının da, Haiti’de ortalıkta kol gezen hastalıklar yüzünden ölmek üzere olan kadının da, ülkemizde şiddet görüp taciz edilen kadının da Kadınlar Günü kutlu olsun.” Geçtiğimiz sene tam da bugün, yanıbaşıma bir kahve alıp da kağıt kalemin başına geçtiğimde, söze aynen böyle başlamıştım. Aradan koskocaman bir sene geçti, hem de nasıl geçti. Dünya Kadınlar Günü’nde ahkam kesmek yine biz erkeklerin görevi oldu.
View original post 610 kelime daha
sokak.
Nazara inanıyorum ben sayın okuyucu. Yılmaz Erdoğan’ın zamanında yazdığı “Ankara’ya öyle yakışırdı ki kar” dizesini o kadar çok yerde paylaştık; o kadar fotoğrafın altına yazdık ki, sonunda nazar değdirdik koca şehre. Değil asfaltlar ışıldasın; kar tanesi yere düşmeden eriyor artık. Neredeyse artık tropikal meyvelerin yetiştirileceği, bitki örtüsünün bozkırdan bambuya geçiş yapacağı Ankara’nın bu ılık günlerinden birinde Sami, Konur Sokak’ın köşesine oturmuş geleni gideni izliyordu.
bahane.
Kendini yine bir kitabın satırlarının altını, kanatırcasına çizerken buldu Fahir. O da ençok güzel bahaneleri uydurabilenleri seviyordu şu hayatta. Diyelim ki aniden ve yeniden, en temiz yerden sevmeye başlamak için bahane uydurabilenleri*, ayağına bulaşan çamuru pek fazla önemsemeyip de yeni ıslanan toprağın kokusunu duymayı başarabilenleri, çıkmaz sokağın ardında denizi duyumsayabilenleri seviyordu. Oturduğu yerde başını kaldırınca gökyüzünde bir bahane bulup da asılı duran yıldızlara görünmez bir merdivenle ulaşabileceğini düşünenleri seviyordu.
üff.
Yeni demlediği kahvesini en sevdiği bardağına doldurduktan sonra mutfağın ışığını kapattı ve sokak lambasının aydınlattığı küçük salonundan geçerek balkonuna doğru yürüdü. Cihangir’in dar sokaklarında, burun buruna gelmiş insanlar kadar yakın gökyüzüne uzanan binalardan birindeydi Haldun’un evi. Okumaya devam et “üff.”
temizlik.
“-Ümit Beeeeeeyyy, toparlayabildiniz mi orayı? Birazdan biter burada işim.”
Dar merdivenlerine oturduğu çatı katında Ümit, kaç yıldır evine geldiğini hatırlamadığı, anne yarısı olan temizlikçisinin sesiyle irkildi sayın okuyucu. Mevsimlerden bahar olmasa da okkalı mı okkalı bir bahar temizliğine girişmiş, kendisine dar gelenin dört duvar olduğuna mı yoksa biriktirdiği bir dolu eşya olduğuna mı karar veremediği için çareyi temizlikte bulmuştu. Yeri geldiğinde dert ortağı olan temizlikçi teyzesinin de o yaşta çatı katına çıkmasına içi razı gelmediğinden iş başa düşmüştü.
hişt.
Hani iki tarafındaki duvarların az sonra yıkılacakmış da altında kalacakmışsın hissi uyandırdığı dar sokaklar vardır ya sayın okuyucu… Her adımında giderek aşındığı aklına geldiği topuklarının çıkardığı sesin, sessiz ama bir o kadar da ıslak bu sokaktaki yankısı artık belli bir ritme ulaşmıştı. Gökyüzünden aralıksız düşen yağmur damlaları artık Metin’in saçlarından süzülmeye başlamış; ellerini ceplerine iyice sokup adımlarını sıklaştırmıştı. Ritmik topuk seslerini birdenbire nereden geldiğini anlamadığı ses bölmüştü: “hişt hişt!”
geç.
Bahar kokan sabahlardan biriydi sayın okuyucu. Ne kadar olduğunu hatırlamadığı bir zamandan beri hayatın koşturmacasına kendini kaptıran Tamer bu sabah da aynanın karşısında tıraş olurken dün yetiştiremediği işini, geçen ay ödeyemediği borcunu, bir süredir bitiremediği kitabını düşünüyordu. Dışarı çıkıp mavi gökyüzünü koklayıp içi açıldığında ise kulağına biraz uzakta misket oynayan çocukların sesi çalındı. Tercihli bir işe geç kalış yaşamayı amaçlayan kararlı adımları çocuklara çoktan yönelmişti bile.
gece.
Bir gece vakti yolu tren raylarına düşmüştü. Rayların gün boyu süren yo(r)gunluğu yerini dinlenmeye almış, Besim her adım attığında yerlerine yerleştirdiği çakıl taşlarının sesi gökyüzüne yükseliyordu. Raylar boyunca yürümeye devam etti, kafasını yerden kaldırmadan. Bir yandan yağmur yavaş yavaş şiddetini artırıyor, bir yandan da her şeyin olduğu gibi rayların da sonu geliyordu. Besim kafasını yerden kaldırdığında ne zamandır takip ettiğini bilmediği rayların sonuna geldiğini fark etti. Yılın en uzun gecesinde gökten sayısız yağmur damlası düştü yere. Ve yere düşen damlalar, tamamlanmamış raylarda kayboldu.